hakantok hakantok is basvurusu yap hakantok hakantok hakantok hakantok hakantok hakantok hakantok hakantok hakantok hakantok hakantok hakantok hakantok Twitter Takipci hakantok iletisim Bilgilerim hakantok Web Sayfasi Yapilir hakantok hakantok hakantok hakantok hakantok hakantok Yerli Arabamiz hakantok hakantok Gida Teroru hakantok hakantok hakantok hakantok hakantok Aloculara Dikkat hakantok hakantok hakantok Turbeler Turk Starlar hakantok hakantok hakantok hakantok hakantok Nostalji Anilar hakantok Kaybolan Meslekler hakantok Antik Kentler Turizm Tanitimi sehitlerimiz  Kpss Test Kpss Test 2 Gezici Rehber VOLKSWAGEN 1303 Anadol STC Siyaset Yolsuzluk MARKALAR  Kangal  Ek Gelir israil Boykot Otel ik Derin Haber Edebsizlik  Teror Aile ve Evlilk Askerlik-Sehitlik Gundem  Evlenmek istiyorum 444 hakantok Favorite Links



Kucakta Bebek mi Köpek mi?

Yazıya başlamadan önce, önceki akşam Ankaralı bir okuyucumdan aldığım bir şikâyeti iletmek istiyorum. Okuyucum, telefonda; Hükümet de yanlış yapıyor, AK Partili belediyeler de! diye girdi söze ve devam etti:

198 gün önce eşimi kaybettim. 64 yaşındayım. Evlenmek istedim. Kızım ve gelinim, çevremizdeki dul bir hanıma gidip, benim için istemişler. Kadın önce olumlu bakmış, sonra da vazgeçip, demiş ki;
‘Niye evleneyim? Bir yandan Hükümet, bir yandan belediyeler bütün ihtiyacımı karşılıyorlar! Evimin kirasını veriyorlar, yiyecek-yakacak veriyorlar. Evlenip de bir erkeğin ağız kokusunu niye çekeyim ki! Rahatım yerinde, niye evleneyim?’
Senin anlayacağın gardaş; Etrafımda bir sürü dul hanım var ama hiçbiri evliliğe yanaşmıyor. AK Parti Hükümeti ve elbette belediyeler, kadına pozitif ayrımcılıkta kantarın topuzunu biraz kaçırdılar galiba! Tamam, kadınlar; kendi ayaklarının üstünde dursunlar, hiç kimseye muhtaç olmadan yaşasınlar ama, biz dul erkekler ne yapacağız?

Okuyucumun şikâyeti bu;
Evlenememek!
Pek haksız da sayılmaz. Dul bir kadın olsaydı, her yere sığardı.
Oğlunun yanına da sığardı, kızının yanına da. Kendi işini kendi görür, hiç kimseye de yük olmazdı!
Peki, ya erkekler?
Elinden bir iş gelmediği gibi; nereye gitse yük olur, ağırlık olur!
Hasılı kelâm, erkek sığamaz!

NÜFUS ARTIŞ HIZI!

Olayın yaşlılar boyutu böyle.
Dul kadınlar, kendilerine sunulan imkânlardan dolayı evlenmeye yanaşmıyor da, genç kızlar veya delikanlılar farklı mı sanki?
Kızlar da, bir iş bulup çalışmaya başladıklarında yani ekonomik özgürlüklerini kazanıp, kendi ayakları üstünde durmaya başladıklarında evliliğe pek sıcak bakmıyorlar!
Ne yazık ki, genç delikanlılar da, eskisi gibi evliliğe sıcak bakmıyor artık.
Peki, ne oluyor o zaman?
Nüfus azalıyor!
Halihazırdaki tablo şu:
Türkiye’nin yıl ortası nüfusu 1990 yılında 55 milyon 120 bin kişi idi. 1990′da nüfusun yıllık artış hızı binde 17, toplam doğurganlık hızı 2,93 ve kaba doğum hızı da binde 24,1 düzeyindeydi.
2007 yılı itibarıyla yıllık nüfus artış hızı 11,7′ye toplam doğurganlık hızı da 2,15′e, kaba doğum hızı da binde 18′e geriledi. 2008 yılında ise nüfus artış hızı birden bire binde 13,4′e çıktı, ancak bu artış istikrarlı olmadı ve sonraki yıllarda giderek azaldı.
Geçen yıl itibarıyla da yıllık nüfus artış hızı binde 12,8′e toplam doğurganlık hızı 2,09′a ve kaba doğum hızı da binde 17,3′e geriledi.
Projeksiyonlara göre, nüfusun büyüme ivmesindeki bu gerileme giderek artacak. 2012′de yıllık nüfus artış hızı binde 12,5′e, toplam doğurganlık hızı 2,08′e ve kaba doğum hızı da binde 17′ye düşecek.
2019 yılı ise yıllık nüfus artış hızının ilk defa binde 10′un altına düşeceği yıl olacak. 2019′da yıl ortası nüfus 80 milyon 983 bin kişi, yıllık nüfus artış hızı binde 9,9 olacak. Söz konusu yılda toplam doğurganlık hızı 2,02′ye ve kaba doğum hızı da binde 15,6′ya inecek.
2025 yılına gelindiğinde ise yıl ortası nüfusu 85 milyonu aşacak ama yıllık nüfus artış hızı binde 7,7′ye, toplam doğurganlık hızı binde 1,97′ye ve kaba doğum hızı da binde 14,4′e gerileyecek.
2040 yılından sonra ise Türkiye’de nüfus artışı değil, nüfus azalması görülecek!
İşte bu haberi televizyonlardan dinleyip, gazetelerden okurken, Erdoğan haklı dedim;
Demek oluyor ki, en az 3 çocuk diye yırtınması boşuna değilmiş! Demek ki, nüfus artış hızı düşmüş!
Peki, ne olur nüfus artış hızı düşünce?
Belki bugün farkedilmez ama, bir süre sonra nüfusun hızla yaşlandığı görülür!
Nüfusun hızla yaşlanması demek;
Ekonominin durgunluğa girmesi demek!
Nüfus yaşlanması demek,
Kucağı bebekli kadınların yerini, kucağı köpekli kadınların alması demek!
Nüfus yaşlanması demek;
Tıpkı Avrupa gibi, Türkiye’nin de bir ihtiyarlar ülkesi haline gelmesi demek!

DÜNYAYA KAMPANYA, ABD’YE ŞAMPANYA

Hemen ifade edelim: Daha önce de yazdığım gibi; Avrupa’yı, bir ihtiyarlar kıtası haline getiren olay, bir Amerikan tuzağı daha doğrusu kendileri çoğalamayan İsrail’in bir tuzağıdır! Avrupa’nın, ileride kendisine rakip olacağını düşünen Amerika, bir Nüfus Planlaması kampanyası başlattı ve bu kampanyanın başını da, Henry Kissinger gibi Yahudi siyasetçiler çekti! Amaç, Avrupa’nın nüfus artış hızını düşürmekti! İsteniyordu ki; Avrupalı kadınlar, kucaklarında bebeklerle değil, kucaklarında köpeklerle dolaşsınlar!
Uzatmayalım. Bu kampanyalar meyvesini verdi. Avrupa, ABD tuzağına düştü! Batılı kadın, evinde bebek değil, köpek beslemeye kucağında bebek değil, köpek taşımaya başladı. Yanında; elinden tuttuğu bebek değil, tasmasından tuttuğu köpek yürüyordu! Lâf aramızda, günümüz Türkiye’si de, Avrupa’dan pek geri kalmıyor!
Peki, ABD kıskacındaki Avrupada bunlar olurken, Amerika’da durum neydi? Prof. Dr. Toktamış Ateş; 2008 Nisan’ında kaleme aldığı bir yazıda, bu soruya şu cevabı veriyordu:

Nüfus planlamasının en hararetli savunucusu olduğum ve kimi ABD fonlarının da bunu desteklediği 1960′lı yıllarda; ABD nüfus idaresi, ABD’nin nüfusunun 200 milyon olduğunu bilgisayarda saptayınca derhal şampanyalar açılmış ve bu mutlu olay kutlanmıştı. Doğrusu çok şaşırmıştım. ‘Acaba bize verir talkını, kendi yutar salkımı durumuyla karşı karşıya mıyız’ demiştim.

Bu tesbit çok önemli!
Düşünebiliyor musunuz;
Avrupa başta olmak üzere, bütün dünyada nüfus planlaması kampanyaları başlattıran ABD, kendi nüfusunun 200 milyon olduğunu görünce, bu mutlu olayı, hem de şampanyalar patlatarak kutluyor!
Yani;
Dünya ülkelerine nüfus azalsın diye kampanya!
ABD’de nüfus artışına şampanya!

EN AZ 3 ÇOCUK

Biliyorsunuz; Başbakan Tayyip Erdoğan, en az 3 çocuk yapın çağrılarını her platformda sürdürüyor ve diyor ki; Eğer Türkiye’yi seviyorsanız, bu milleti seviyorsanız, bu ülkenin nüfusunu diri tutarsınız, genç tutarsınız. Aksi taktirde Batı’nın şu anda ağladığı gibi, yarın biz de ağlamaya başlarız. Sene 2037, Türkiye ağlamaya başlar! Efendim imkansızlıklar, işte çok çocuk olursa tinerci olurlarmış! Bunu diyen siyasiler var, bu ülkede. Onlara diyorum ki, siz niye tinerci olmadınız? Yoksa sizlerde mi yolsuzluklara bulaştınız.
Tayyip Bey’in çağrısının içinde bir de uyarı vardı ki, şöyleydi:
Bunlar Türk Milleti’nin kökünü kazımak istiyor! Yaptıkları aynen budur!
Tartışmalar esnasında, bu sözlerin ayrıntılarına pek girilmedi. Ancak, sayın Başbakan’ın sözleri arasındaki bu cümle, bana göre hayatî önemdedir!
Cümleyi tekrar edelim:
Bunlar, Türk milletinin kökünü kazımak istiyor!!! Yaptıkları aynen budur!
Peki, kimdir onlar?
Kimler Türk milletinin kökünü kazımak istiyor?
Kimler, genç nüfus istemiyor?
Sayın Başbakan’ın kimleri kastettiğini elbette bilmiyorum. Yalnız, birilerinin kuyruğuna basmış olmalı ki, sağdan-soldan bağırtılar gelmeye devam ediyor.
İşin garibi, bunların çoğu Atatürkçü geçinenler!
Evet, görünürde Atatürkçü geçinenler ama aslında Atatürk’ten geçinenler!
En az 3 çocuk çağrısına karşı çıkıyorlar ama niye karşı çıktıklarını da bilmiyorlar!
İşsizlik, eğitimsizlik ve yoksulluktan dem vuruyorlar ama, Atatürk çok çocuk yapma kampanyaları düzenlediğinde Türkiye’de işsizlik yok muydu? Yoksulluk yok muydu? Herkes eğitimli miydi? soruları yöneltildiğinde apışıp kalıyorlar!

YA BEBEK, YA KÖPEK!

Bilmem lâfı uzatmanın âlemi var mı? İşte her şey ortada:
Nüfus artış hızı azalan Türkiye’de en az 3 çocuk yapmak şart! Tam da bu ortamda kürtajın yaygınlaşması ise, taammüden cinayet!
Türkiye, gerçekten de kendine gelmeli ve evlilik kurumunu hakettiği yere getirmelidir.
Size bir şey söyleyeyim mi;
Avrupa, geç de olsa hatasını fark etmiş ve özendirici kampanyalarla çok çocuğu teşvik etmeye başlamıştır!
Dilerim, Batı’dan daha Batıcı olan Türkiye de nüfus artış hızını yeniden yükseltir!
Yoksa, 30-40 yıl sonra, bütün kadınlar yaşlanır ve ortada çocuk doğuracak kadın kalmaz!
Kucaklar, köpeklere kalır!

(Hasan Karakaya, 2012-05-30

Başarılı Evlilik Anlayışı

Sanal Yalnızlıkların Çaresi

Bilişimin ve haberleşmenin çok hızlı yayıldığı günümüzde, internet üzerinden ortaya çıkan sosyal paylaşım sitelerinde kurulan sahte dünyalar, birçok kimsenin şuurunu ve düşüncelerini bozmuş durumda. Kitle iletişim araçlarının insanların zihnini ve kalbini işgal etiği ve benliğini ele geçirdiği bir çağda yaşıyoruz. Televizyonun ve bilgisayarın karşısında boy gösterip duran birer seyirciler ırkına döndük.

En basit bir örnekle yaşadığı apartmanda ki komşularını tanımayan hatta kapı komşusuna selam vermeyen insanların sanal âlemde, dünyanın bir ucundan arkadaş edinmesi, nasıl bir durumla karşı karşıya olduğumuz hakkında bir ipucu verebilir. Gazetelerin üçüncü sayfasında sıkça rastladığımız bir haber de uzun süre önce ölmüş bir insanın ta ki cesedi kokup etrafa yayılana kadar öldüğünden kimsenin haberinin olmaması. Bu nasıl bir yalnız kalıştır ki ölümünden bile kimsenin haberi olmuyor. Bir sinema artistinin özel hayatını ayrıntılarıyla bilen insanların dünyanın birçok yerinde zulme uğrayan Müslüman kardeşlerinin derdini bilmemesi de ayrıca ele alınması gereken bir konudur.

Bir gencimiz çevirip sorsak bize televizyon dizilerinde ki yardımcı oyunculara kadar ya da bir popçunun klipinde ki ayrıntılara kadar malumat verebilir. Ama aynı gencimiz bize aynı apartmanda yaşadığı komşularını sayamaz. Bu nasıl bir mantıktır ki uzağı yakın yakını uzak olarak algılama hastalığı kalpleri işgal etmiştir. İnsanlar yalnızlığın demir duvarları arasında mahkûmluğunu sanal âlemde daha da çoğaldıklarının farkında değiller. En iyi çözüm; selamı yaymak, sılayı rahim yapmak ya da namazları cemaatle kılmak olsa gerekir.

Sanal Yalanlar

Ortaya atılan yalanların sanki gerçekmiş gibi sunulması ve bunların sorgulanmadan kabul edilmesi sanal âlemde sıkça rastlanan bir durumdur. Bu haberlerin birçoğu bir merkezden ve kastlı bir şekilde yayılmakta bununla birçok gerçek çarpıtılarak insanların şuuru bulandırılmaktadır. Uzun süre burada ki haber sitelerini takip etmek insanın muhakeme yeteneğini köreltmekte kendine her sunulanı doğruymuş gibi kabul etme eğilimine itmektedir. Arada sırada kafayı kaldırıp başka pencerelerden de bakmak lazımdır. Sanal yalanlara karşı hakikatleri koruma ve yaşatma dernekleri kurulmalı insanlar kitap ve sünnet mihenginden meselelere bakmalıdır.

Sanal Pişmanlıklar

Ömrünün büyük bir kısmını internetin karşısında geçiren ve az gidip uz gittiği halde bir arpa boyu yol gidemeyen birçok insan eninde sonunda bu ömür nimetini buralarda harcadığı için pişmanlık duyacaktır. Sanal âlemi bir çöpçatanlık müessesi gibi görüp kendi yuvasını çatırdatanlar huzuru ve mutluluğu yanlış yerde aradıklarının farkına vardıklarında pişmanlık duyacaklardır. Ayrıca internet başında klavye mücahitliği yapanlar kaçırdıkları namazlar karşılarına çıkarıldığında pişmanlık ötesi bir nedamet duyacaklardır. Dünya hayatının bir oyun ve eğlence olduğunu unutan insanlar için son pişmanlık fayda etmeyecektir.

Sanal Korkular

Sanal âlemin köleleştirdiği birçok kişi sosyal paylaşım sitelerinin veya elektronik posta adresinin şifresini çaldırmaktan korktuğu kadar Allahtan korksa tüm korkular çözülecek. Ya da kredi kartı bilgilerini koruduğu kadar imanını şeytanın ve nefsinin şerrinden korusa, tüm sıkıntıları bitecek. Korkulması gerekenden değil korkulmaması gerekenden korkmaya başladığımızdan beri sayısız ıstırap kapımızı çalıp durmakta. Sanal âlemin bizi oyalayıp ebedi gayemizden bizi uzaklaştırmasına izin vermemiz gerekir. Korkulması gerekenden korkmak varken hayali korkular inşa edip bunların enkazı altında kalmak bir nevi ahmaklığın tezahürüdür.

Sanal Mezbeleler

Hindistan da ineğe gösterilen saygı ve sevgi ülkemizde birileri tarafından nedense Allaha ve kitaba gösterilmiyor. Sözlük,forum ve değişik sosyal paylaşım sitelerinde çeşitli isimler adı altında bir araya gelen bazı şahsiyetler perde arkasından şeytanın suflörlüğünü yapmayı ne zannediyorlar anlamak mümkün değil. Dinimizle ve kutsallarımızla alakalı açılan başlıkların altına her türlü hakareti yazan ve bununla da sanki iyi bir şey yapıyormuş gibi övünen bu insanlar hangi mantıkla bu suikastları yapıyorlar. Fuhşun ve zinanın her türlüsüne çanak tutan siteler ve kumarın her türlüsüne imkan sağlayan siteler kim bilir kaç kişinin hayatını çalmıştır. Çoğu site pis kokan bir çöp kutusu gibi aynı. Kapağını kaldırdığında ortalı pis bir koku sarıyor. Bunun için kapağı kaldırmamak en iyi çözüm olsa gerek.

Sanal Hayatlar

Dünyanın kendisini bir gölge bir rüya gibi gören tasavvuf anlayışımız bu rüya içinde ki rüyayı bu taklit içinde ki taklidi aşacak imkanlarıyla bize yeni bir dünyanın kapılarını açmaktadır. Gerçekten ortada ciddi bir hakikatten kopuş problemi var. Sanallaşan hayatlar ve ayakları yere basmayan sosyal ve bireysel ilişkiler çağımızın manevi bir hastalığı olarak çözüm bekliyor. Hayatı Hay isminin kapısında kul etmek varken kendi elimizle yaptığımız oyuncaklara maskara olmamız çok üzüntü verici bir durum olarak karşımıza çıkmaktadır.

(Mehmet Baş)

Çağın Cehennem Hayatı ve Çaresi

 

İnsanlarda bazen kendi dünyasına çekilip tek başına yaşama arzusu doğar. Tek başına yaşayan insanın biraz sonra canı sıkılır, görüşeceği ve konuşacağı birini arar. Evde eşi, anne babası, çocukları, torunları varsa onlarla beraber olduğunda neşelenir. Bazen akrabalarının veya arkadaşlarının yanına gider, ailedeki herkes onun eksikliğini hisseder.

Ocak yani ortalama on aileden oluşan topluluk hayatı da böyledir. Ocak mensupları birbirlerini özlerler, birbirlerini ararlar. Aralarında kavga etmiş olsalar bile onlarla olmayı isterler. İşte bu beraber olma arzusu insanlarda gayet geniştir. Tüm dünyadaki insanlarla beraber olma arzusu vardır. Televizyon ve gazete veya günümüzde internet o insanlarla beraber olma arzusunun bir tezahürüdür. İnsan, özgürlüğünü koruyarak topluluk içinde olma özelliğinden dolayıdır ki bazen tek başına bazen de birlikte olma ihtiyacındadır.

Bugün şehirlerde yaşayan insanlar günün en az iki saatini dışarıda yolda yani trafikte geçirmektedirler. Sekiz saat çalıştıklarını kabul edersek hem zamanlarının dörtte biri boşa harcanmakta hem de trafikte karşılaştıkları insanlarla hiçbir ilişkileri yoktur. Bu durumda ormandaki ağaçlarla çevredeki insanlar arasında bir fark yoktur. Ayrıca bir yerde oturanlar başka başka yerlerde çalıştıkları için ortak sosyal yapı doğmamaktadır. Akşam eve geliyor, yatıyor, sabah işe gidiyor. Bu durumda insanlar adeta tek başlarına yaşıyorlar.

Bugünkü hayat şartlarında insan topluluğun ferdi olma özelliğini kaybetmiş. Kişi tüm varlığını “sigortalı olmaya” bağlamış, “emeklilik yaşına geldim” diye seviniyor. Emekli olduğunda rahat edeceğim, huzura kavuşacağım zannediyor. Emekli oluyor ve birden iş hayatından da kesiliyor, topluluktan tamamen kopuyor. Çocukları ve torunları bile artık onu istemez hâle geliyor. Çocuklar veya torunlar ‘anneciğim babacığım, dedeciğim nineciğim bende kal’ diyeceklerine; ‘yaşlılar sende kalsın’ yahut ‘yaşlılar huzurevine gitsin’ diyorlar! Bugün çocuk doğar annesiz büyür. Anne babalar evlat sevgisini tam yaşayamaz. Dede ve nineler yaşlanır torun sevgisini yaşamadan ölür.

İşte günümüzdeki böyle bir dünya çekilmez hâl almakta, dünya cehennem olmaktadır. Bu durumda acı duymasa yaşlanan insan hastalığa aldırmayacak. Onun için ölüm hiç de korkulu bir şey değildir, adeta kurtuluştur, çünkü seveni yoktur, arkasından gerçek anlamda üzüleni ve ağlayanı yoktur. Onun dünyadaki fonksiyonu yok olmuştur. İşte bu düzenin, bu hayat nizamının, insanı mutsuz eden ve dünyasını adeta cehenneme çeviren bu yaşama şeklinin bir an önce değiştirilmesi gerekmektedir.

Bu zalim düzenin alternatifi olan ve insanı gerçek anlamda dinî, ilmî, iktisadî, siyasî ve sosyal açıdan mutlu eden düzenin, sistemin, nizamın, hayatın ne olduğunu bu köşenin müdavimleri olarak çok iyi biliyorsunuz.

(Reşat Nuri Erol, 2012)

Aile Çatımız Neden Çatırdıyor?


İki gün önce bir dostu tevâfuken ziyarete gittim. Konu çocuklardan açılınca askerde olan oğlunun bir ay sonra terhis olup geleceğini ve hemen de evlendireceğini söyledi. “Evleneceği kızı da bize havale etti. Gelinimizi biz bulacağız” dedi. Ben dostumun söylediklerini duyunca çok şaşırdım. O da şaşkınlığımı anladı ve:

- Niye şaşırdın? diye sordu.

- Bu zamanda gençler evleneceklerini kendileri buluyorlar. Oğlunuz gelin olacak hanımefendiyi size havale etmiş ya ona şaşırdım, dedim.

Daha 80′li yıllara kadar evlilikler şu şekilde iki yoldan biri ile oluşurdu:

Ya delikanlı bir kıza gönlünü kaptırır, büyüklerini devreye sokar, aileler gider dünürlük yapılır. Allah’ın emri Peygamberimiz’in kavli ile söz kesilir ve düğün yapılırdı. Veya görücü usulü tâbir edilen biçimde delikanlıya ailesi kız bakar uygun görülen hanımefendi kız adayı delikanlı ile görüştürürlerdi. Gençlerin oluru alınınca fazla uzatmadan adaylar düğün yapılarak evlendirilirlerdi. Evlilikler genelde denklik ve uyum üzerine kurulur sonu ve sonucu da iyi olurdu. Çünkü böyle evliliklerde kendi içinde denge vardı.

Günümüzde bu model demode oldu. Şimdilerde gençler pek çok faktörü dikkate almadan bekarlık eğilimlerine kapılarak evlenmeye karar veriyor. Geneli itibariyle ana-baba devre dışı bırakılıyor, tâbirimi mazur görün konu mankeni yapılıyor. Günümüzde öyle bir kesim oluştu ki, evlilik dışı birlikte yaşamayı tercih ediyor. Bu korkunç bir felakettir. Uzmanlar son yıllarda boşanma oranının % 45 arttığından yakınıyorlar. Günümüzde aile uyumunu zorlaştıran, bozan veya geçimsizliğe yol açan faktörler vardır. Bu faktörlere fırsat vermemek lazımdır. Evlilikleri bu noktaya getiren sebepler nelerdir? Birkaçını şöyle sıralayabiliriz:

  • Kadın evinden çıkarılıp iş hayatına sokulmuştur. Bu da birçok handikabı beraberinde getirmiştir. Bu durum erkeğin otoritesini tartışılır hale sokmuştur. Dolayısıyla ailede pek çok geçimsizlik ortaya çıkmıştır.
  • Modernite sebebiyle kadın-erkek ihtilatının (birlikteliğinin) had safhaya çıkmasıyla çiftlerin sadakati de büyük oranda darbe almıştır. Eşlerin önemli bir kısmı eşlerini aldatmaya başlamışlardır. Konu ile ilgili gözlem yapan uzmanlar erkeklerin önemli bir bölümünü gayr-i meşru ilişkilerini çalıştıkları işyerindeki kadınlarla kurduklarını ifade ediyorlar.
  • Evlilik dışı ilişkilerin sebepleri anlatılırken cep telefonları ve çetleşmeler de bu hareketin başını çektiği ifade ediliyor.
  • Televizyon dizileri sadakatsizliği cazip hale getiriyor.
  • Kadının ekonomik özgürlüğü boşanmaları çoğaltıyor.
  • Tüketim çılgınlığı aileyi sarsmaktadır.

Evlilikleri bu noktaya taşıyan sebepler daha da artırılabilir. Tedbir alıp sebeplere meydan vermemek lazım.

Ailevi Lezzet

Modern Tapınaklar Yuvaları Yıkıyor
 

Aile binamızın iskeleti çatırdıyor. Bu çatırtı çatırdayan yuvanın yıkıma doğru gittiğinin habercisidir. Oranlardan ders alıp yıkımı önlemenin çarelerini hep birlikte bulmalıyız. Kadının ekonomik özgürlüğü veya aile ekonomisine katkısı gibi gerekçelerle iş ortamına katılması boşanmaları çoğaltılmış, eşlerin birbirlerine tahammülsüzlüğü artmıştır. Medeniyet çatışması, çarpık kentleşme, kırsal kesimden şehre göç aile açısından yığınla problemi beraberinde getirmiştir. Nikahsız birlikteliklerin artmasına sebebiyet vermiştir.

Tüketim kültürü, market ve süpermarketler modern tapınak haline getirilmiş durumlarıyla aileyi sarsmıştır. Ailenin küçülmesi, dede ve ninenin aileden uzaklaştırılması, evde tek çocuğun mevcudiyeti büyük sorunlar oluşturmuştur. Kadınların çalışmaması ve evde bulunmaları da günümüzde çözüm olmaktan çıkmıştır. Evin her işini aletler yapmaktadır. Çamaşır ve bulaşığı ev hanımı değil, makineler yıkamaktadır. Yapılan yemekler hafta boyu “buzdolabında muhafaza edilmekte”, hazır gıdalar yenilmekte, telefon ile yemek siparişi verilmekte, evi elektrikli süpürgeler temizlemektedi

Çocuklar okula gidince kadın evde kendisini yalnız hissetmektedir. Kocasından dolayı kıskançlık krizlerine girmektedir. Televizyon dizilerine ve kadın programlarına, evlendirme seanslarına müptela olmaktadır. Sonra da aile karşıtı fikirlere saplanmakta, kocasına karşı yetersizlik kompleksi geliştirmektedir.

Önceleri kızlar koca bulmaya yönelik terbiye ile yetiştirilirdi. Günümüzde bu eğitim uygun aile kurmaya yetmemektedir. Kızlar çevrelerinin, içinde bulundukları ortamların ve medyanın etkisiyle “okumak” ve dışarıda çalışmak için ebeveynlerine baskı yapmakta; bazılarını da ebeveynler (evli iseler kocaları) zorlamaktadırlar. Bu da geçimsizlik kapılarını aralamaktadır.

Eskisi gibi evlilikler görev ve fedakarlığa dayanmaktan çıkmış, kişisel tatminler ön plana geçmiştir. Geçmişte aralarında problem çıkan çiftler, aile büyüklerinin hakemliğine müracaat ederlerdi. Şimdilerde hem o bilge kıymetler kaybolmuş, hem de gençler onlara güvenmez olmuştur. Böylelikle son 40-50 yılda devreye aile terapistleri girmiştir. Giderek de çiftlere yardım etmede önemli rol oynar hale gelmektedirler. Bütün bunlardan sonra diyebiliriz ki, İslâmi yaşam tarzına dönmekten başka dertlerimize hiçbir çare yoktur. Anlaşılıyor ki, Allah (c.c.) diyen kurtuluyor.

(Mevlüt Özcan, Mart, 2012)

Kadının Hakkını Almak İçin Erkekleşmesi Gerekmiyor
 

Kadının hakkını almak için erkekleşmesi gerekmiyor
Kadın hakkı konusunda “Ne zaman adam oluruz” klasik sorusunu sorsak vereceğimiz cevap herhalde şunlar olur:
Kadının ev hanımlığı iş dünyasında başarı hikayesi olarak ilan edildiği gün.
Ya da çalışan kadın deyince sadece el alemin işinde çalışan kadını anlamadığımız gün,
Veya ev hanımı dendiğinde işsiz, yan gelip yatan kadını anlamadığımız gün.
Hatta ev hanımlığını ve anneliği, ağır işçi statüsüne çıkarıp onları sigorta güvencesine aldığımız gün.
İşte o gün kadın hem ekonomik özgürlük peşinde koşarken kadınlığını yitirmeyecek hem de haklarını elde etmek için erkekleşmeyecek.
Kadın olarak kalacak.

Kadın “Hakkı” olmak istiyor mu diye soran yok.
Varsa yoksa toplumlarda, özelliklede şehirlerde kadını erkekleştirerek haklarını vermek gibi bir alışkanlık ve pis bir zihniyet var.
Bize has bir zihniyet değil bu.
Küresel ekonomik sistemin icad ettiği bir zihniyet.
İnsanoğlu’nda oluşturduğu çıkarcı, münafık, iki yüzlü bir zihniyet bu.
Herkesin (erkek taifesinin) işine gelen bir zihniyet.
Kadınların var olan, doğuştan gelen haklarını göz ardı ederek, onları zihinsel dünyamızda yeniden tanımlamak ve bu tanım üzerinden onlara ulufe dağıtır gibi hak dağıtmak ve buradan da kendine pay çıkarmak çıkarcı zihniyetin ortak düşüncesi.
“Paranın, sermayenin rengi olmaz” dedikleri gibi bunun da yerlisi yabancısı yok, her millette her dönem ağır basan bir davranış tarzı.
Dün kadınların, çocukların ve aile bireylerinin şiddete karşı koruma altına alınmasını öngören yasa tasarısı TBMM Adalet Komisyonu’nda değiştirilerek kabul edildi.
Şiddet uygulayanlara “zorlama hapsi” ve “elektronik kelepçe ile takip” gibi yaptırımları içeren tasarıya, şiddet mağduru istemese dahi hakimin koruma kararı vermesi hükmü eklendi.
İlk ve orta öğretimde kadına şiddetle mücadele dersi konulması düzenlemesine de yer verilen tasarıya, teknik takipte hakim kararı olmaksızın ses ve görüntü alınmaması zorunluluğu getirildi.
Şimdi kadını erkek şiddetinden korumak için ne yapıyoruz?
Yasa çıkarıyoruz, onları yasayla koruyacağız?
Neden?
Onları yasayla korunması gereken zayıf varlıklar haline getirdiğimiz için.
Üstelik bu yasayı da 8 Mart dünya kadınlar gününde onlara en anlamlı hediye olarak sunuyoruz!
Ne diyelim! Hayırlı olsun.

Kadınlara 8 Mart öncesi en güzel hediye olsa olsa herhangi bir sosyal güvencesi olmayan ve eşi vefat eden hanımlara Nisan ayından itibaren 250 lira maaş ödenecek olması olabilir.
Çünkü eşini kaybeden ve Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’ndan maaş alacak kadın sayısı 100 bin ile 150 bin arasında değişiyormuş.
Eşi vefat eden kadınlar için başlatılan maaş ödeme uygulaması güzel ama geç kalınmış, çok daha önceden yapılması gereken bir uygulama.
Türkiye Kadın Girişimcileri Derneği (KAGİDER) Yönetim Kurulu Başkanı Güldan Türktan, Türkiye’deki kadınların sadece yüzde 24′ünün istihdam edildiğini bunun çok az olduğunu vurgulayarak, “Sürdürülebilir zenginlik ve kârlılık için, Türkiye’nin işgücünde daha fazla kadına ihtiyacı vardır‘ diyor.
Sürdürülebilir zenginlik ve kârlılık için bırakın ev işlerini herkes fabrikalara, atölyelere, çarşı pazara!
Kadının aile birliğini sağlaması, ev işlerini yapması, çocuklarını yetiştirmesi, en önemlisi anne olması beş para etmiyorsa, her gün hiçbir karşılık beklemeden yaptığı en az dört işin hiçbir ekonomik değeri yoksa, söz konusu olan yalnızca ülkenin zenginliği ve kârlılığı ise kadın hakkı teferruattır!
Günün sözü: Öfke yarına ertelenebilecek tek şeydir. (Çek Atasözü)
(Yaşar Süngü, Mart 2012

Kadın Haklarından İstemek
 

8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nün yaklaşması sebebi ile günlerdir medyada kadın hakları konuşuluyor. Bize daha fazla haklar verilecekmiş. Ben hak falan istemiyorum, onların olsun. Bana gerekli hakları Rabbim vermiş, daha fazlasında gözüm yok. Yıllardır kadınlara, kadın hakları verip, kadın olmayı unutturdular. Kadınlığın bütün edasını, sedasını, nezaketini kaybettirdiler. “Eşit olacaksınız, güçlü olacaksınız” diye kadınları erkeklerle acımasız bir yarışa sürüklediler. Biz zaten güçlüyüz. Bize gerekli gücü Rabbim vermiş.

Kadının gücü; insanlığı doğurup yetiştirmesindedir. Ve bu yüce görev için bütün meziyetlere sahip olarak yaratılmıştır. İnsanları yetiştirmekten daha büyük bir güç olabilir mi? Fakat annelik ve ev hanımlığı aşağılanarak, kadınların bu kutsî vazifesine burun bükülüyor ve kadına zoraki güçler atfedilerek, kadın erkekleştirilmeye çalışılıyor.

19 yaşındaki Afganistanlı kadın Bibi Aisha, ailesi veya Taliban tarafından şiddete maruz kalan kadınlar gibi ünlü Amerikan Time dergisine kapak yapılmıştı. Bir süre sonra tüm bunların reklam malzemesi olduğu, diğer ulusların Afganistan’a müdahale desteğini çekmek için ayarlandığı ve kadın örgütlerini ayaklandırmak için hazırlandığı, meşhur Wikileaks belgelerinde ortaya çıkmıştı. Ayrıca Avrupa’nın ve Amerika’nın, kadınların tepkisini oluşturacak bu tür olayları, bilhassa müdahele etmek istediği müslüman ülkelerde tezgahladıklarını hiç farkettiniz mi?

Kadının gücü; iletişim yeteneğindedir. Kadınlar doğuştan halkla ilişkiler uzmanı olarak yaratılmışlardır. Kadın iletişim yeteneği sayesinde hem aileyi hem toplumu çok güzel yönlendirebilir. Kadının gücü; şefkat ve teslimiyetindedir. “Kadın güçlenmeli” sözlerinin altında bir kışkırtıcılık var: “Siz kadınlar aciz, zavallı varlıklarsınız, güçlenmelisiniz.” mesajı da gayet net okunuyor. Sizi güçsüz bırakan kim? Tabii ki erkekler.

Şişirilmiş güçler elde etmek için erkeklerle yarışa girmek istemiyorum, ben. Onlar benim rakibim değil ki dostum. Rabbim: “Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar birbirlerinin velîleri, dostları ve yardımcılarıdır.” buyuruyor. (Tevbe sûresi 71. Ayet-i Kerîme)

Biz mümin kadınlar ve erkekler; birbirimizin yardımcısı, tamamlayıcısı, dostu, yeryüzünde birbirine hakkı ve sabrı tavsiye eden Allah’ın halifeleriyiz. Allah’ın adı ile birbirimize helal olur, eş olur, sevgili oluruz. Onun dışında bütün mümin erkeklerle kardeş olur, dost oluruz. Fakat bizi birbirimize düşman etmeye çalışıyorlar. Bu tuzaklara düşmeyelim. Bazılarına göre; erkekler kötü olmuşlar, erkekler zalim olmuşlar, erkekler cani olmuşlar. Elbette cani, zalim, kötü erkekler var; zalim, cani, kötü kadınlar olduğu gibi. Sepetten her zaman çürük yumurtalar çıkar. Fakat bir kaç çürük yumurta çıktı diye, bütün yumurtalara çürük demek, kötü niyetli olmaktan başka bir şey değildir. Az olana bakıp çoğunluğu cezalandırmak en büyük adaletsizliktir.

Ayrıca kadına şiddet söylendiği gibi çok artmış değil. Yıllara göre karşılaştırma yapıldığında erkeklerinkiyle paralel bir seyir izlediği ortaya çıkıyor. Genel suç oranındaki sapmaya bağlı olarak ortaya çıkan olağan bir durum var. Fakat bazılarına şiddet rakamları az geliyor olmalı ki sayıları abartıyorlar, bizi sahte rakamlarla kandırıyorlar.

Herkesin dilinde “her gün beş kadın öldürülüyor” sözü var. “Kadın cinayeti 3, 5, 7… oldu” diye söylenen medyadaki rakamlar, erkekleri sindirmek için yapılan psikolojik harekatın ta kendisidir. Bu konuda günlük istatistik tutan bir kurum yok. Nitekim aynı gün içinde ölenler kadın da olabilir erkek de. Bir gün 5 olan rakam diğer gün 1 olabilir. Erkek oranı fazla olsa erkek cinayetini 5 ya da 10 diye sunmayacakları gibi kadın cinayetlerini rakamla sunmak kadar saçma bir bakış olamaz. Suçun cinsiyeti olmaz. Elde iki ihtimal var; ya kadın ya erkek.

Feminist kadın dernekleri sürekli olarak kadın cinayetlerini gündemde tutmaya çalışıyorlar. Feminist örgütler, kadın cinayetlerinin “cinsiyete dayalı” olarak gerçekleştiğini iddia ediyorlar. Yani kadınlar, erkeğin uyuşturucu ve alkol alması ya da geçimsizlik ve psikolojik sorunlar gibi nedenlerle değil, cinsiyetinden dolayı yalnızca kadın olduğu için öldürülüyorlar. Böyle de sapkın bir bakış açıları mevcut. Kimse “vayy sen kadınsın, seni öldüreceğim” demiyor bu ülkede, yok böyle bir şey. Kadın sığınma evlerinde kalan kadınların evden ayrılma sebepleri; alkol, uyuşturucu, ekonomik ya da psikolojik sorunlar yüzünden gelişen şiddette maruz kalmak.

Türkiye’de ki kadın nüfusu 35 milyondan fazla. Kadın derneklerinin iddialarına göre kadınlara kadın olduğu için şiddet uygulanıyor ya da öldürülüyor olsa, her gün onlarca kadının kıtır kıtır kesiliyor olması lazım. Oysa bizim erkeklerimiz de kadın düşmanlığı yoktur; kadına her zaman kıymet vermişlerdir. Şiddetin artmış gibi görünmesinin nedeni şiddetin artması değil, medyanın abartması ve medyadaki kadın yazarların artması ile birlikte kadın köşecilerin belli maksatlarla konuyu sürekli gündemde tutmalarındandır.

Şiddet bir sonuçtur, sebepleri ortadan kaldırılmadan, ceza vererek sonucu ortadan kaldıramazsınız. Şiddetin sebepleri nelerdir? Alkol, uyuşturucu, eğitimsizlik, psikolojik sorunlar, cinsel sorunlar, evlilik dışı ilişkiler, ekonomik nedenler, maneviyat eksikliği.

“Kadınlar şiddet görüyor” diye feryat edenler eğer sözlerinde samimi iseler; aynı hassasiyeti, suça sebep olan nedenlerin ortadan kaldırılmasında da göstermeleri gerekmez mi? Ki samimi oldukları anlaşılsın. Feminist kadın derneklerin içinden bir tanesinin; alkol kullanımının azaltılması, kontrol altına alınması ya da maneviyat eksikliğinin giderilmesi gibi konularda en ufak bir talebi olduğunu görmedik. Onların tek istediği; erkekler evlerinden uzaklaştırılsın, kollarına kelepçe takılsın, hapse düşsünler, barışmak için eşlerine ve çocuklarına yaklaşamasınlar, ağır maddi cezalar ödesinler, feminist psikologların karşısında kendilerini dünyanın en aşağılık varlığı gibi hissetsinler. Daha da kinlenip dönüp eşlerini öldürsünler umurlarında bile değil. Yeter ki aileler dağılsın.

Kadın dernekleri; mecliste onay bekleyen “Ailenin Korunması ve Kadına Karşı şiddetin Önlenmesi” kanunun ismindeki “Aile “kelimesine çok itiraz ettiler. “Devlet yine aileyi korudu, kadını değil” diye pankart açtılar. Maksatları kadını ailenin içinden çekip alıp, özgürleştirmek. Daha doğrusu serseri mayın gibi kadınları etrafa dağıtmak. Bunu yapmak için de hükümetten yardım bekliyorlar. Mecliste onay bekleyen kanun tasarısı, zaten erkekler lehine yeterince ağır cezalar getiriyorken, onlar daha fazlasını istiyorlar. Son dakika yeni kazanımlar elde etmedilerse taslağın son halinden mutlu görünmüyorlardı. Milletvekillerimizin, kanunları aileyi korumak üzerine çıkarmalarını ve cezaları artırmalarını değil, sorunları ortadan kaldırmalarını bekliyoruz. Avrupa şiddeti önlemek için çıkardığı kanunlarla şiddeti önleyemediği gibi her geçen gün artışı karşısında ne yapacağını bilmiyor. Onlara şifa olmamış bir kanunu alıp hangi umutla yürürlüğe koyabileceksiniz?

Müslüman bir millet olarak kendi çözümlerimizi üretebiliriz. Mesela neler yapılabilir?

  • Alkol yasaklanmalı. Cinayetlerde alkollü olmak, en çok görülen sebeplerden biri. Ülkedeki toplam şiddet oranı da düşer.
  • Uyuşturucu ile mücadele artırılmalı.
  • Medyada aile bağlarını kuvvetlendirecek programlar olmalı.
  • Maneviyatı artıracak çalışmalar yapılmalı. Allah’tan korkan hiç kimseye zulmedemez.
  • Elimizde “Diyanet İşleri Başkanlığı” gibi çok büyük ve zengin bir teşkilatımız var. Diyanetin “aile irşat büroları” var. Ayrıca her mahallede camilerimiz ve din görevlilerimiz var. Din görevlilerimiz aile ve şiddeti önleme konusunda eğitim alsınlar ve yetki sahibi olsunlar. Şiddet görenler polisten önce din görevlilerine başvursunlar. Hocalarımız şiddet gösteren kişiye manevi eğitim versinler, onları ibadete alıştırsınlar. İslam ahlakını öğretsinler. Maddi sıkıntıları varsa cami cemaati olarak yardım toplasınlar, evine yiyecek erzak alsınlar, hanımı çocuğu perişan olmasın. Sonra belediyelerimiz var. Onlar zaten hanımlara pek çok eğitimler veriyorlar. Hanımlara yeterince takı, incik, boncuk öğrettiler. Artık biraz da aile üzerine dursunlar. Şiddet olmadan önce aileleri eğitsinler. Her aile, en az bir kaç ders evlilik ve iletişim derslerine mecburi katılsın.
  • Cinsel eğitimler verilsin. Hem evlenecek olanlara hem de evli çiftlere. En çok cinsel sorun görülen ülkelerden biriyiz. Evliliklerin yıkılmasında da en büyük etken cinsel problemler. Rum suresi 21. ayette Rabbimiz: “Birbirinizde sükun bulasınız, rahatlayasınız diye sizi çiftler halinde yarattık ve aranıza sevgi ve merhamet koyduk.” buyuruyor. Birbirinde rahatlayamayan, çiftlerde öfke ve kırgınlık en üst seviyede oluyor. Cinsel hayatı iyi olan çiftler birbirlerinin hatalarını daha kolay affedebiliyorlar. Cinsellik bilgisi, kedilerden daha fazla olmayan, karı-kocanın evliliğinden ne hayır gelir? Hır gür birbirlerini tırmalayıp dururlar. Bu konuda mutlaka eğitimler verilmeli.
  • Aileye değer veren, manevi hayatı önemseyen yüzlerce sivil toplum kuruluşlarımız var. Onlara bağlı vakıf ve derneklerde aile konusundaki eğitimler artırılmalı. Kadın sığınma evleri açılmalı. Aile düşmanı derneklere karşı birlik olunmalı, cemaat farkına bakılmaksızın ortak çalışılmalar yapılmalı, projeler üretilmeli.
  • Ekonomik sorunlar yüzünden aileler dağılmasın, birbirlerini kırmasınlar, diye mutlaka işsizlik maaşı olmalı.
  • Alkol, uyuşturucu ve ruh hastalığı olan, karısına fiziksel şiddet uygulayan erkeklerin evliliği bitirilmeli ve devlet kadına ve çocuklarına bakmalı.
  • Eğitimler tek taraflı verilmemeli. Erkeğin kadına bağırması psikolojik şiddetse kadının kocasına bağırması da psikolojik şiddettir. Kadın da erkek de eğitim almalı, ayrımcılık yapılmamalı.
  • Kadınları kışkırtanlara fırsat verilmemeli.
  • Boşanmaya karar verenlere yardımcı olacak ücretsiz boşanma danışmanları olmalı. Avukatlara gitmeden onlara gidilmeli. Evlilik kurtarılacak gibi görünüyorsa çiftler yardımcı olacak kurumlara yönlendirilmeli; umutsuz vakaysa boşanmayı kazasız belasız, küfürsüz, şiddetsiz, iki tarafta rahatça atlatabilmeleri için yardımcı olunmalı.

Son olarak bu ülkede hep kadın olmanın zorlukları anlatıldı, hep kadınlar konuştu. Erkekleri hiç dinlemedik, erkek olmanın çok büyük bir avantaj olduğunu zannettik. Oysa erkek olmak da o kadar kolay değilmiş. Eminim ki kendi çözümlerimizi uygularsak şiddetle baş etmekte zorlanan Avrupaya da örnek oluruz. Bize de bu yakışır.

(Sema Maraşlı, Şubat 2012

Çocuğa Nimetin Kıymeti Nasıl Öğretilmeli?

Yere düşen ekmek gördüğümüzde kaldırır, yüksek bir yere koyarız. Hatta öpüp alnımıza koyar, öyle bırakırız. Ekmeğe gösterilen bu saygı ve nimetlere şükür, günümüz çocuklarına yeterli öğretilmiyor. Hatta bu nimetlere şükürsüzlükle de sınırlı kalmıyor, hiçbir şeyden memnun olmayan yeni nesiller yetiştiriliyor. Verilen nimetlere karşı şükür ve saygı hissiyatları geliştirilmediği takdirde çocukta nankörlük, duyarsızlık oluşuyor.

Pedagog Ali Çankırılı, ihtiyaç olan her şey ve üzerimizde emeği olan herkesin nimet olduğunu söylüyor. Çankırılı, başta anne-babası ve öğretmeni olmak üzere kendisinde emeği olan kişilere saygı göstermeyen, iyiliği dokunanlara teşekkür etmeyen bir çocuğun Allah’a saygı göstermeyi ve verdiği nimetlere şükretmeyi öğrenemeyeceğini belirtiyor.

Yemeğe başlarken ‘bismillah‘, yemek bitince de ‘elhamdülillah‘ demenin ve yemek duası yapmanın güzel olduğunu söyleyen Çankırılı, “Bu ezber dualar güzel. Ancak tefekkürden yoksun olduğu için çocukların nimet kavramını ve nimeti vereni anlamalarına yetmiyor.” diyor. Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin nimete şükürde eksik olan fikir kısmını çok güzel anlattığını aktaran Çankırılı şunları söylüyor:

Tablacı hükmünde olan insanlardan mesela fırıncıdan ekmek, manavdan meyve alırken bir fiyat ödüyoruz; bedava vermiyorlar. Bunların gerçek sahibi olan Allah, verdiği nimetlere karşılık bizlerden ne istiyor? Üç şey istiyor: Zikir, şükür, fikir. Başta bismillah zikir, sonda elhamdülillah şükür, ortasında bu nimetleri vereni düşünmek, tefekkür etmek, nimetlerin üzerlerindeki harika sanatını görmek de fikir oluyor. Yemek sırasında çocuklarımızla yediğimiz nimetlerin soframıza nasıl geldiğini, toprağa atılan bir tohumun nasıl geliştiğini sohbet tarzında konuşmak da fikirdir, tefekkürdür

Küçük çocuklarda görsel düşüncenin daha aktif olduğunu ifade eden Çankırılı, çocuk eğitiminde davranışların sözlerden etkili olduğunu belirtiyor. Bir lokma ekmeği dahi çöpe atmayarak, tabağa yiyecek kadar yemek koyarak ve hiç artırmayarak çocuğa örnek olunabileceğini vurgulayan Çankırılı, bir anısını şöyle paylaşıyor:

Bir akrabamıza yemeğe davetliydik. Baktım evin genç hanımı çöpe bayat ekmek atıyor. ‘Ne yapıyorsun kızım!’ dedim. ‘Özür dilerim hocam, haklısınız’ dedi ve ekmeği üç kere öptükten sonra attı. Genç kızımız böyle yapmakla ekmeğe saygı gösterdiğini zannediyordu. Annesinin ekmeği öperek çöpe attığını gören bir çocuk, gerçek anlamda nimete saygıyı anlayamaz ve nimete şükretmeyi öğrenemez. “Yiyiniz, içiniz, ama israf etmeyiniz; Allah israf edenleri sevmez.” İlahi ikazı bilmeyenimiz yoktur. Bilmek başka bununla amel etmek yani uygulamak başka. Çocuk anne-babayı ve aile büyüklerini taklit ederek büyür.


Pedagog Ali Çankırılı, ailelerin yaptığı en büyük yanlışlardan bir diğerinin de doyduğu halde çocuğa ısrarla yemek yedirilmesi olduğunu belirtiyor. Çankırılı’ya göre anneler iki kaşık fazla yemek yedirmek için çocuğu zorluyor, tabağını dolduruyor ve “Bunu bitirmeden kalkmayacaksın.” diyor. Çocuğa zorla yemek yedirilmemeli, acıkması beklenmeli ki yediği yemeğin tadını alabilsin, nimetin kıymetini bilsin.

Nimete saygı, çocuğa oyunla öğretilebilir: Oyun için bir dilim ekmek, bir kaşık un, bir avuç buğday gerekiyor. Yemekten önce oynanırsa daha etkili olur. Çocuğa, ‘Bu ekmek bize nerden geliyor?’ diye sorun. Çocuk ‘bakkaldan’ veya ‘fırından’ diyecektir. ‘Ekmek nasıl yapılıyor?’ sorusuna büyük ihtimalle cevap veremeyecektir. O zaman bir kaşık unu göstererek nasıl hamur haline getirildiğini ve fırında nasıl pişirildiğini anlatın. İpuçları vererek ‘Un fırına nerden geliyor?’ sorusunu sorun. Sonra buğdayın öğütülmesini, tarladan hasat edilmesini, ekilmesini, ekilen buğdayın ihtiyaç duyduğu suyu, güneşi anlatın ve onları Allah’ın yarattığını izah edin. Oyundan şu sonucu çıkarın: “Bir dilim ekmeği çöpe attığımızda başta toprağı, buğdayı, suyu, güneşi, havayı yaratan Allah’a, sonra sırasıyla buğdayı tarlaya eken çiftçiye, buğdayı öğüten değirmenciye, ekmeği pişiren fırıncıya ve ekmeği bakkaldan alacak parayı kazanan anne-babamıza saygısızlık yapmış oluruz.”

Çocuğunuzu Güzellikle Sevmeyin

Kilo Alma Takıntısı Yüzünden 31 Yaşında 30 Kilo Ağırlığında
Açlıktan Ölen İngiliz Kate Chilver – 2011
Çocukluk dönemlerinde fiziksel görünümün çok yüceltildiği ve evde baskın konunun güzel görünmek, ince ve çekici olmak olduğu aile kültürlerinde büyüyen gençlerin beyin gelişimi bundan etkilenmektedir. 29 kilo olduğu halde kendisini 100 kilo gibi algılayarak 500 kalori ile beslenen gençler veya aynaya baktığında güzel olduğu halde kendini çirkin olarak algılayan gençlerin beyinlerinde estetik algılama ile ilgili sinirsel yapıların bozulduğunu biliyoruz. Bu gençlerin beyinleri “objesiz algılama” yapıyor, olmayan görünümü gerçek sanıyor. Bu derece ilerlemiş olgularda hastane tedavileri sıklıkla gerekmektedir.
Herkes güçlü, ünlü, zengin ve güzel olamaz ama herkes iyi insan olabilir. Fiziksel görünüm kontrol edilmesi zor bir değişken ama iyi huy ömür boyu süren bir değerlilik ölçüsü değil mi?
Değerlilik ölçüsü olarak iyi insan olmayı benimseyip çocuğumuzu severken onun iyi huyunu, güler yüzünü vurgulamamız daha akıllıca bir yoldur
 

Estetik değerleri, değerlilik hiyerarşisinde en önemli, en üstün ve öncelikli değer olarak sunan bir ortamda yetişen genç, ergenliğe girdiğinde manken hastalığına sıklıkta yakalanmaktadır.
Bir gazetemize röportaj veren estetik cerrah bir doktorumuz; burada çocuğumuzu “Benim yakışıklı, güzel çocuğum” diyerek sevmeyi önerdi. Çocuğun, güzelliği ve yakışıklılığı kalbiyle hissedeceğini öngörerek bu öneride bulundu. İşte asıl tehlike de buradadır.
Son yıllarda yapılan beyin araştırmaları çocukluk dönemi öğretilerinin insan beyninde kas gelişimi gibi beynimizi güçlendirilebildiğini kanıtladı. Bu çalışmalar anne ve baba telkinlerinin ağsal bir yapı meydana getirdiğini, nöroplastisiteyi ve zihin haritasının “Önem ve öncelikli yollarını” oluşturduğunu gösterdi.
Ağır makyajlı, marka tutkunu, cesur dekolteli, yüksek topuklu, kaş kaldıran, yağ aldıran, sıfır beden, günlük 500 kalori ile beslenen kız ergenler veya fiziksel görünümü, marka giyinmeyi, lüks yaşantıyı birincil değerlilik ölçüsü olarak kabul eden erkek ergenler karşısında bilim çaresiz bir haldedir. Çünkü harçlıklarını toplayıp estetik ameliyat olan genç sayısı o kadar çok ki. Çare olarak öne sürülen botoks, göğüs, burun, yağ dokusu estetik operasyonları gerçek çözüm mü?
Estetik operasyonlarda neden artış oldu? Çünkü iyi kalça, iyi vücut sahibi olmak değer olarak iyi bir kafaya sahip olmanın yerine geçti. Kalçasını göğsünü değil kütüphanesini büyüten gençliğe her zamankinden daha çok ihtiyacımız varken bir estetik cerrahın, estetik algılamayı bozan görüşü yanlış anlaşılmaya çok açıktır.
Batı kültürünün görselliği ve estetik değerleri çok yücelttiğini biliyoruz. Önem ve öncelikli değer olarak fiziksel görünümü içsel görünümden önde tutan yaşam felsefesinin ne sakıncası var dersiniz?
Birincisi, insanların güzel ve yakışıklılık ölçütleri istatistiksel olarak hesaplandığında insanların ancak yüzde 20-30’u toplum tarafından güzel ve yakışıklı olarak algılanır. Geriye kalan yüzde 70-80’i çeşitli derecelerde daha az güzel ve yakışıklı olarak algılanır. Bu anlayış yerleşirse kişi hayatının başında mutsuz olmaya başlar.
Modernizm buna karşı “Çirkin kadın yoktur, bakımsız kadın vardır” diyerek kozmetik endüstriyi çözüm olarak sundu. Güzel bilinen bir kadın bile bu anlayışa göre makyaj yapmadığında sevimsiz oluveriyordu. Yaşlılık ve hastalıkta özgüvenleri yıkılıp yalnızlaşan güzelleri de unutmayalım. İkincisi, insanın değiştiremeyeceği şeye odaklanmak zorunda kalması onu depresif ve mutsuz yapmaktadır. İnsanoğlu fiziğini güzelleştiremiyebilir ama ruhunu güzelleştirebilir.
Gerçek güzelliğin ve insanı güzel yapan şeyin sevimlilik, olumluluk ve özgüven olduğunu savunanlar, insanoğluna değiştirebileceği ‘değişkenleri’ sunarak mutlu olmasını kolaylaştırmaktadırlar. Estetik değerleri değerlilik hiyerarşisinde en önemli, en üstün ve öncelikli değer olarak sunan bir ortamda yetişen genç ergenliğe girdiğinde manken hastalığı olarak bilinen Anoreksiya Nervoza veya Bulimia, Beden Dismorfik Bozukluğu gibi insan beyninin estetik algılama ile ilgili alanının bozulduğu hastalıklara kolayca yakalanıyordu

 Kadının Konforuna En Uygun Model Nedir?

Türkiye’de  Kadın üzerinden yürütülen bir projeye dikkatinizi çekmek istiyorum. Zina beraberliğini  suç saymayan ama imam nikahı olarak söylenen dini nikahlı beraberliği suç sayan bir anlayışın üzerimizdeki planlarını fark etmek durumundayız. Dünyada kadın politikalarını belirleyenler, çocuk ve aileyi göz önüne almadan bu politikalarına devam edemezler.

Birinci olay: Diyarbakır’ın Bağlar ilçesinde AB destekli bir projede 120 kadına otobüs ve taksi şoförlüğü öğretiliyor ve bu çalışma İngiliz Guardian gazetesine haber oluyor. Bu proje ‘Kadın erkek eşitliğini’ sağlamaya yönelik örnek proje olarak seçilmiş. Bu kapsamda neden kadın erkek eşitliği eğitimde ve ailede değil de kamyon -otobüs şoförlüğünde sağlanmaya çalışılıyor? Anlamak çok güç. Kadınların % 50.4’ ünün okuma yazma bilmediği bir ilçede yapılan bu çalışmaya İngiliz ilgisi şaşırtıcı değil.

Kadınlarımızın aileye katkılarını sadece parasal katkı olarak sınırlandıran, kadının konforunun öncelikle iş hayatı yaşamında aranması gerektiğini savunan maddeci keskinlik bütün dünyada terkedilme noktasına gelmişken Türkiye’mizde bu projenin desteklenmesi anlamlıdır. Batılılar yardım adı altında eski tanklarını bize satarken aynı zamanda bayatlamış kadın erkek eşitliği projelerini de bize kabul ettiriyorlar.

İkinci olay: İtalya’da İsviçre Okulu’nda Alman bir öğretmen tarafından maruz bırakılan Sabah gazetesi Roma temsilcisi Yasemin Taşkın’ın yaşadığı olay. Gazetenin manşetten verdiği habere göre Ortaokul üçüncü sınıf öğrencisi Selin’in annesi Yasemin Taşkın çocuğuna okulda öğretilen Türk erkeklerince Türk kadınlarının çoğu evlenmek ve çocuk yapmak için var kabul edilir ve eğitim almaları gereksiz görülür şeklindeki önyargısına karşı haklı bir kampanya başlattı.

Bu sözler önyargıdır. Çünkü anne olmak için eğitim gerekmez ön kabulü üzerine oluşturulmuş bir iddiadır. Benim endişem bu kampanyanın aile bağını güçlendiren değerlerimize ve anneliğe zarar veren bir şekle yönlenmesi oldu.

Batının ırkçılık ayrımcılıkları ve oryantalist kibirleri bize hata yaptırmamalı. Bugün batı, bekar anneleri ve nikâhsız beraberlikler sonucu doğan çocukların oranının yeni doğanların %50’sinin üzerine çıkmasını tartışıyor. Nikâh kurumunun çökmesinin çocuklarda meydana getirdiği sorunlarla uğraşıyor. Yukarıdaki iddia batının hasta bir değeri ile ilgilidir. Kadının özgürleşmesi hareketini, kadının erkekleşmesi olarak algılayan hasta bir anlayıştan söz ediyorum

Tabii ki kadın ve erkek eğitimde, fırsatta, hukukta eşit olacak ancak bu kadının psikolojik ve biyolojik doğasına uygun olmalıydı. Bir kadını erkekleştirerek sosyalleşmesini sağlayan projeler kadının konforuna ve gelecek mutluluğuna hizmet etmediği  gibi evliliği ve aileyi de kurban ediyordu. Sadakatsizliğin ve modern yaşamın kâbusu olan aldatmaların artmasında kadınların yatak odalarında feminen olmalarını terk etmelerinin rolünü unutmayalım.

Modernizm kadın rollerinden eş rolünü, ev hanımı rolünü, anne rolünü ve iş kadını rolünü birbirine karıştırdı. Eğer bir kadın çalışmak zorunda ise rol karmaşasına da dikkat etmek zorundadır. İşyerindeki şapkasını çocuklarının ve eşinin yanında değiştirmesi gerekmektedir. Evlilikte ilişkinin yıpranmasında bu etken göz ardı edilemez.

Eğer bir kadın çalışmak durumunda ise ev işlerinde eşinin ona yardım etmesini istemesi gereklidir. Aksi takdirde kadının annelik ve ev kadınlığı rolleri ile birlikte çalışan kadın olması çift kariyerli olmasına neden olmakta ve erken yıpranmaktadır. İyi bir anne olmak, iyi bir iş kadını olmaktan daha önemsiz değil ki. İyi bir çocuk yetiştirmek, iyi bir işyeri kurmaktan daha önemsiz değil ki. Eğer bir kadın çalışmak zorunda ise çocukların eğitim ve bakımı konusundaki sorumluluğu eşiyle birlikte paylaşması şarttır. Annelik hormonlarının şefkati, vericiliği ile erkeğin bencilliği birleştiğinde yıpranma ve yorgunlukların faturası yine kadına çıkmaktadır.

Bu gerekçelerle kadının konforuna uygun kadın modeli şudur;  evinin hanımı, çocuklarının annesi ama ekonomik özgürlüğü olan kadın modeli. Banka hesabı ve sosyal güvencesi olan kadının çocuklarını ihmal ederek çalışmasını savunmak mümkün değildir. Bu nedenle anne olan her kadının sigortalı ve sosyal güvenceli olacağı bir sistem varsa kadın neden çocuğunu kendisi büyütebilecekken başkasına büyüttürsün?

Bir kadın anneliği ve ev kadınlığını değersizleştirmeden sosyal hayat içinde var olabilir. Batının hastalıklı anlayışının etkisinde kalarak çalışan kadın fetişizmine hizmet etmemeliyiz. Ayakta kalan aile değerlerimizi savunarak mücadelemizi verebiliriz. Kadın erkek ilişkisini kadın erkek savaşlarına çeviren batı tipi aileyi örnek almak zorunda değiliz. Bunun yerine kadın erkek ilişkisini kadın ve erkeğin birbirini tamamladığı, eşitler ilişkisinin olduğu, psikolojik sığınak değeri olan güven verici aile kültürümüzü göğsümüzü gere gere savunmalıyız.

(Prof. Dr. Nevzat Tarhan, Ocak 2012

Seferberlik Yutturmacası



Radikal AB’ci olan değerli yazarımız Şahin Alpay’a göre “gelişmişliğin temel ölçütü kadınların katılımı“dır ve bu konuda AK Parti iktidarı döneminde önemli adımlar atılmıştır. (Zaman, 1 Ocak 2011) Şahin ilginç bir gelişmişlik modeli sunuyor: “Kadınlar lehine ayrımcılık uygulamasında en ileri giden ülke kadınların yüzde 80′inin işgücüne katıldığı Norveç. 2003′te kabul edilen yasa, şirket yönetim kurullarının yüzde 40 kadınlardan oluşması zorunluluğunu getirdi. Bugün oran bunun da üzerine çıkmış durumda. Norveç deneyiminden esinlenen AB ülkelerinde benzer yasa tasarıları gündemde. Bence Türkiye’de kadın kotalarını yaygınlaştırılmalı.”

Norveç’in kriterlerinin AB kriteri, AB kriterlerinin BM kriteri, BM kriterlerinin küresel kriterleri olarak kabul ediliyor, diğer Avrupa ülkelerinin de kendilerine göre evrensel/küresel algıya kattıkları kriterler var. Türkiye, önüne konan yol haritasını takip edip söz konusu kriterleri sosyo-ekonomik ve politik sistemine dahil etmeye çalışıyor. Belirtmek gerekir, ne AB çevreleri ne içeride sivil kuruluşlar üzerinden yeni resmî görüş ve emredici ideoloji yerleştirme çabası içinde olan çıkar ve baskı grupları alınan mesafeyi yeterli görmüyor.

2009 ölçümlerine göre “kadının ekonomik katılım ve fırsat eşitliği” bakımından dünya ülkeleri arasında 130.; “siyasete katılım” konusunda 107.; “güçlenme endeksi”ne göre 101. ve “cinsiyet uçurumu” bakımından 129. sırada bulunuyor. Bilindiği üzere 12 Eylül referandumunda anayasaya “kadına pozitif ayrımcılık” amir hüküm haline getirildi, arkasından diğer uygulama ve reformlar yağmaya başladı.

Esasında geleneksel olarak kadınlar her zaman aile ekonomisine hatırı sayılır katkıda bulunuyorlar. Mesela 2004′te DİE verilerine göre bölgeler bakımından katılım şöyle gerçekleşmişti: Karadeniz’de kadınların yüzde 66,2′si, Doğu Anadolu’da 40,4′ü, Marmara’da 35,7′si, İç Anadolu’da yüzde 21,3′ü. (Radikal, 6 Haziran 2004) Ancak yeni dönemde kadının ekonomiye katkısı, ev ve geleneksel tarzda değil, piyasa üzerinden gerçekleşecekti; çünkü kadının geleneksel katkısı AB kriterlerine uygun değildir. AB’yle uyumlu hale gelsin diye Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı “Kadın Çiftçiler El Kitabı” hazırladı. Kitapçıkta hayvancılık, gıda ve el sanatları yanında kadına karşı şiddet, töre cinayetleri ve kadın hakları konularında da “aydınlatıcı bilgiler” koydu. İlki 2008′de Ankara’da, sonuncusu Konya’da olmak üzere 9 ayrı şehirde “Kırsal Alanda Kadın Çalıştayları” düzenledi.

Geçen sene radikal bir adım atıldı, işsizlik oranının yüzde 14′lere çıktığı, işsizlerin ezici çoğunluğunun erkeklerin olduğu ülkemizde hükümet, yeni işe alınan kadınların sigorta priminin ilk yıl tamamını, ikinci yıl yüzde 80′ini, üçüncü yıl yüzde 60′ını, dördüncü yıl yüzde 40′ını, beşinci yıl yüzde 20′sini ödeme kararı aldı. Gençlerin yüzde 25′i işsiz, her sene işgücüne 500 bin ila 800 bin kişi civarında katılıyorken, bu radikal karar kadın iş alımında iyi bir artışı sağladı. (Zaman, 8 Haziran 2010) TÜİK’in verilerine göre 2010 yılının nisan ayı itibarıyla işsizlik oranı yüzde 12 iken, işsiz sayısı 3 milyon 71 bin idi. İşsizlik rakamlarına, iş aramayıp işbaşı yapmaya hazır olanlar ve mevsimlik çalışanlar da eklendiğinde işsiz sayısı gerçekte 5 milyon 118 bine, işsizlik oranı da yüzde 18,5′e yükseliyordu. İşsiz olan aile reisi sayısı 1 milyon 123 bin. Bu rakama iş aramayıp işbaşı yapmaya hazır olan 513 bin aile reisi ile mevsimlik statüde çalışan ancak bu mevsimde işsiz olan 13 bin aile reisi de eklendiğinde işsiz aile reislerinin sayısı 1 milyon 649 bine yükseliyor. İşsiz aile reislerinin yüzde 89′u erkeklerden, yüzde 10′u kadınlardan oluşuyordu. İşsizlerin yüzde 77,3′ü kentlerde yaşıyor.

Kadınların işgücüne katılımı birkaç koldan sürüyor. Mesela Darülaceze Vakfı, Rotary Kulüp‘ün katkılarıyla Türkiye’de İsrafı Önleme Vakfı ve Grafeen Turist’in öncülüğünde 1 milyon lira katkıyla kadınlara mahsus mikrokredi programı başlattı. Ünlü kozmetik firması L’Oreal Türkiye Genç Bilim Kadınları projesini başlattı, seçilen 6 genç bilim kadınına 15 bin dolar burs verilecek.

Bilindiği üzere İŞKUR, 2015 yılının sonuna kadar işe yerleştirdiklerinin yüzde 35′ini kadınların oluşturacağına ilişkin bir karar aldı. Buna göre iş sahibi olacak 3 kişiden 1′i kadın olacak. Karar ilk sonuçlarını verdi: İŞKUR’a kayıtlı işsiz sayısında görece gerileme tespit edilirken yılın ilk 7 ayında işe yerleştirilen kadın sayısı geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 85,8 artarken, erkek oranı ise yüzde 68,8 oldu (Zaman, 23 Ekim 2011). Öteden beri kadınların ortalama olarak işgücüne katılımı yüzde 20′ler seviyesinde idi, bu oran yüzde 35′e çıkartılıyor.

Seferberliğe herkes kendince bir şeylerle katılıyor. Ankara Altındağ Belediyesi, ilk defa kadınlara mahsus olmak üzere Şanlıurfa’ya tur düzenledi, uçak masraflarını kendisi üstlendi. Katılım şartı, kadınların Belediyenin Kültür Merkezi’ne kayıtlı olmaları, yanlarına ailelerini almamaları, çocuklarını eşlerine bırakmaları” (Taraf, 19 Eylül 2011).

Kadınların işgücüne katılımını sağlamak için düğmeye basan Çalışma Bakanlığı “Kadın Taksi Şoförü” projesini başlattı. Kadınlar da erkekler gibi gece gündüz taksi şoförlüğü yapacak. Hedefte kadınların TIR şoförlüğü yapmasını sağlayacak düzenlemeler var (Zaman, 24 Eylül 2011, Cumartesi eki). Taksi ve TIR şoförlüğünden sonra şimdi de “Kadın Boya Ustaları” projesine başlandı. Uluslararası sertifikayla eğitilen kadın ustalar, internet üzerinden online başvuru sistemi aracılığıyla müşterilere hizmet verecek. Çalışma Bakanlığı ve Sağlık Araştırmaları ve Sosyal Stratejiler Geliştirme Merkezi çalışmaları hızla sürdürüyorlar. Yeni gündeme giren konu, kadınların erkek kuaförlüğü yapmaları. Birkaç semtte denemelere başlandı.

Daha çarpıcı uygulama Fenerbahçe Futbol Kulübü‘nün cezalı olduğu maçlara kadınların bedava seyirci olarak alınmaları oldu. 20 Eylül 2011 günü Saracoğlu Stadı kadınlarla doldu taştı. Arkasından başka bir karar geldi. Buna göre Futbol Federasyonu, kadınlar ve 16 yaş altı çocukların maçlara ücretsiz girmelerini sağlayan projeyi ekim ayında başlattı. Bilet paraları devlet tarafından sene sonunda kulüplere ödenecek (Zaman, 1 Ekim 2011).

Tabii ki Brüksel bütün bu icraatlarla yakından ilgileniyor. Nitekim Türk kadınının girişimcilik konusu ve karşılaştığı sorunlar, “AB’nin Geleceğinde Türkiye’deki Kadın Girişimciliğinin Geliştirilmesine Yönelik Faaliyetlerin Önemi” genel başlığı altında AB’nin başkenti Brüksel’de masaya yatırılacak. Toplantıda özellikle 170 bin kadın girişimciyi barındıran TESK’in AB tarafından desteklenen iki projesinin uygulama sonuçları ele alınacak.

Dünya Bankası Türkiye Direktörü Ulrich Zachau, “Türkiye’de hâlâ toplumsal cinsiyet anlamında, özellikle ekonomik fırsatlara erişim konusunda ciddi uçurumlar var. Çalışma yaşındaki kadınların yalnızca dörtte biri istihdam alanında. Kadınlar için daha fazla ve nitelikli iş yaratmak gerekir. Hükümet, önümüzdeki dönemde hazırlanan istihdam stratejisinde kadınların istihdamına odaklanacak, ‘Dünya Bankası’ olarak biz de bu girişimleri destekliyoruz.” diyor.

Bütün bunların bir anlamı olmalı. Bugün yazarı sosyal politika uzmanı Sadettin Orhan, şu tespiti yapıyor: Kadınların işgücüne katılımını artırma konusunda maalesef AB‘deki teşvik politikaları örnek gösteriliyor. Ancak aynı AB’nin -ironik olarak- nüfus artış hızının eksiye dönmesi ve kadınların doğurganlıklarındaki azalma sebebiyle; doğurganlığı teşvik eden, ücretli ebeveyn (özellikle anneler için) izni gibi teşvik unsurları görmezden geliniyor. Yani AB bir yandan kadına “çalış” derken, diğer yandan çalışma hayatındaki kadına “doğurursan ve bunun için kariyerinden fedakârlık yaparsan seni ömür boyu beslerim” diyor. Ancak bir kere ‘Ev’den çıkarılan kadın, çok cazip teşviklere rağmen doğurmaya ve ‘Ev’e dönmeye razı olamıyor. Diğer taraftan aynı AB, kendi yaşadığı açmazlara rağmen, her yıl düzenlediği ‘İlerleme Raporu’nda, Türkiye’de kadınların işgücüne katılımının yetersiz olduğuna vurgu yapıyor. Bizimkiler bunu yuttuğu gibi, millete de yutturmaya çalışıyor.

(Ali Bulaç, Aralık 2011)
 

On Günlük Kurslarla Boşanmalar Engellenemez

Eski aile yapımızda yaşlılar, yani deneyimli aile bireyleri baş tacı edilir, başköşede oturtulurdu: Şimdi onların yerinde televizyon oturuyor!
Tanzimat’tan (1839) itibaren resmileşen “Batılılaşma” serüvenimiz aile yapımızı da bozdu. Yaşlıları da kapsayan “Geniş Aile” tipi gitti, yaşlıları dışlayan “Çekirdek Aile” tipi geldi
O gün bugündür yaşlı aile bireylerinden (özetle “Ataerkil aile” yapısından) mahrumuz. Bu da gereksiz tartışmaların tırmanması, nihayet şiddete dönüşmesi ve boşanmaların artması sonucunu doğruyor
Bu kez de şiddetin tırmanmasından ve boşanmaların artmasından telaşa düşüp on günlük kurslarda çözüm aramaya başlıyoruz.
Anne baba adaylarını on gün süreyle eğitip anne babalığa hazırlamamız halinde, aile içi şiddetin ve boşanmaların azalacağını hayal ediyoruz.
Hayal kurmayalım, bu iş böyle olmaz! Şiddete eğilimli olarak yetişen bir erkek ya da kadın, on günde eğilimlerini değiştiremez.
Peki, ne yapmak lâzım
Bence eski aile yapımızı günün ihtiyaçlarına göre yenileyip hayata geçirmek lâzım.
İşe yaşlılarımızı aileye katmakla başlayabiliriz.
Yaşlı ve deneyimli aile bireylerinin aileden dışlanması, aile içi şiddeti doğuran önemli etkenlerden biri olarak görüyorum.
Neden derseniz, aile içi şiddeti ve boşanmaları, incir çekirdeğini doldurmayacak kadar küçük tartışmalar körüklüyor.
Yaşlıların yanında böyle tartışmalar pek mümkün olmaz. Olsa bile genç evlilerin hareketlerinden bir kırgınlık olduğunu anlar, sorunu çözmeye yönelik girişimlerde bulunurlar. Bu da kırgınlığın tırmanmasını önler.
Çocukların deneyimli ellerde büyümesinin getireceği avantajlar da cabası.
Zaten çoktan beridir anne, modern hayatın dayattığı gereksizliklerle (eşyaya hizmetkârlık gibi) cebelleşirken, baba “daha fazla para” kazanma ihtirasının kamçısı altında durup dinlenmeden, hatta eve dahi uğramadan koşturuyor. Yaşlılar da aile dışına çıkarılmışsa, çocuklar ya sokağın ya da kreşlerin insafına kalıyor

 

İyi kreşler elbette ki var: Ancak çoğu her çocuğa aynı metotla yaklaşıyor, aynı şeyleri öğretiyorlar. Oysa her çocuk ayrı bir dünya, ayrı bir hayattır; her çocuğa uygun bir yaklaşım sergilenmelidir.

Dedeler ve nineler, içinde yetiştikleri ailenin yapısını özümsedikleri için bunu rahatlıkla yapabilir, ailenin geleneksel yapısına uygun bir yaklaşımla çocuğu eğitebilirler. Zaman zaman da yeni evlilere yol gösterirler.

Gerçi piyasada çok sayıda “evlilik danışmanı” (ne demekse), bir hayli “yaşam koçu” (bu da ne anlama geliyorsa) var. Ancak bunların kullandığı metodoloji Amerikan ve Avrupa eksenli. Bu çerçevede verilen öğüt ve ölçüler bizim geleneksel köklerimize, yapımıza, alışkanlıklarımıza, hatta eğitim ve inancımıza uygun değil. Kaynağını Hıristiyanlık, Roma ve Latin kültüründen alan çözümler (Batılı), bizim sorunlarımızı daha karmaşık hale getirebilir. Bu takdirde şiddet de, boşanma da artar.

 

Ailenin temel sorunlarına inilmediği ve ahlaki çözümler aranmadığı sürece, aile terapisi toplumu kandırmaktan ve oyalamaktan başba bir işe yaramaz.

Her toplumun, her ailenin, hatta her bireyin sorunları “kendine özgü”dür. Çözümü de “kendine özgü” olmalıdır. Başka toplumlara, ailelere ve bireylere göre geliştirilen çözümler bizde “yan etkiler” yapabilir, ters sonuçlar doğurabilir.

Son sözüm şu: Aile içi şiddeti ve boşanmaları “makul” seviyeye indirmenin çaresi on günlük kurslar değil, yaşlıları tekrar aileye katmak ve geleneksel aile (Geniş Aile) yapısına geri dönmektir.

Konuyu İsveçli Aile Hukuku Profesörü Gaston Jezz’in eski aile hayatımız hakkında söylediği bir cümle ile noktalayayım:

Osmanlı insanının dini inanları, huzurlu bir hayatın zirve noktasıdır. Birbirlerine sevgi-saygı ile bağlıdırlar. Hayat şiir gibi yaşanmaktadır. Ben Batılı bir aile hukuku profesörü olarak diyorum ki; Türk milletinin elinden aile nizamını alınız, geriye hiçbir şey kalmaz.

(Yavuz Bahadıroğlu, Yeni Akit, 2012-01-13)

Erkeğin Üstünlüğü Kabul Edilmeli

Küçükçekmece Belediyesi geçtiğimiz günlerde tartışılacak bir etkinliğe ev sahipliği yaptı. Belediyenin davetiyle ilçede yaşayan kadınlarla evlilik ve kadın erkek ilişkileri hakkında bir söyleşi yapan yazar Sema Maraşlı, kadınlara erkeğe teslimiyet telkin etti. Sema Maraşlı’nın konuşmasından bazı bölümler şöyle:

Evlilik üzerinde medyanın oyunlarına dikkat etmek gerekir. Kadınlar eğer duygusal bir boşluktaysa ve çok fazla dizi izliyorsa, o dizideki aşklardan ve kadın üstünlüğünden etkileniyorlar. Dizilerdeki kadınlar çok erkeksi, dediğim dedik, akıllı ve kendini beğenmiş. Bu izlenimler, kadınları yanlış yönlendiriyor. Bu noktada kadınlarda erkekleşme başlıyor. Kadınlar hiçbir zaman edasını kaybetmemelidir. Hz. Muhammed, erkekleşen kadınlara, kadınlaşan erkeklere lanet etmiştir. Allah’ın kurduğu sistemde her şey zıttıyla vardır.

Erkek ve kadın doğuştan farklı yaratılmıştır. Allah kadınları şefkatli ve teslimiyetçi yaratmıştır. Erkekler ise güç, iddia ve başarı üzerine yaratılmıştır. Erkeğin hayata bakışı serttir. Kadınlarsa duygusaldır. Zaten normal olan erkeğin kadın gibi olmamasıdır.

Aile yapısında en büyük bozulmanın kadının erkekleşmesi olduğunu savunan Maraşlı, yeni neslin evliliklerin zor olacağını da dile getirererek şunları kaydetti:

Kadınlar, okuyan kız çocuklarını bile elinde mesleğin olsun, kendine güven, eşine muhtaç olma diye yönlendiriyor. Bu bilinçle yetişen kızların ileride evlilikleri yürümüyor. Evliliklerin psikolojiden ziyade inançla yürütülmesi gerekir. Bu noktada, kadınlar erkeklerin üstünlüğünü kabul etsin. Kuran-ı Kerim’de de evin reisi erkek olduğu bildirilir. Kadından otorite olmaz.

İmam Hatip Lisesi’ni bitiren Maraşlı, Diyanet İşleri Başkanlığı’nda Kuran kursu öğretmenliği yaptı. İkinci evliliğini yapan Maraşlı’nın çoğunluğu masal yayınlanmış 11 kitabı bulunuyor.

Çalışan Kadınların Durumu Ne?

Önce bir okurumun mektubunu aktarıyorum. İsim ve soyadı bende mahfuz okurum (İ.B.) “çalışan kadın” konusunu kendi deneyiminden hareketle anlatıyor. Mektup şöyle:

Ali Bey Merhaba!

Bugün Ülke TV de Özlem Albayrak Hanım’ın konukları Star Gazetesi Editörü Halime Kökçe, Ayşe Böhürler’di. Proğramın konusu ise sizin eleştiri getirdiğiniz Kadının Piyasaya çıkmasıydı. Program sunucusu dahil üç bayanında ortak noktası sizin eleştirel yazılarınız ve bakış açınızdı.

Ben günümüz koşullarında eleştirel yazılarınızda bahsi geçen erkek mağdurlarınızdan biriyim. Proğramda Halime Kökçe Hanım Ali Bulaç gibi düşünen zengin iş adamı Müslümanların kadını iş hayatından uzak tutma fikrini savunurken faizi ve işçi haklarını gözetmediklerini yanlarında çalıştırdıkları erkek işçilere evlerini geçindirecek ücreti vermediklerini söyledi. Söyledikleri bir noktadan bakılınca doğru. Ancak söylediği patron profili kadının iş gücü piyasasına girmemesinin taraftarı değil. Tam tersine bugün kadının iş gücü piyasasına dahil olmasından en çok memnun olanların başında onlar geliyor. Bir ülkenin devlet kuruluşu olan Türkiye İstatistik Kurumu verilerine göre açlık sınırı yeni açıklanan asgari ücretin iki katı, yoksulluk sınırı ise asgari ücretin üç katı. Ayşe Hanım sizin görüşlerinize karşı çıkana kadar düne kadar içinde yer aldığı partinin işçisine layık gördüğü ücrete karşı çıkmalıydı. Büyükşehirlerde yaşayan dindar erkekler şu an vicdanı ile cüzdanı arasına sıkışmış durumda. Bir ailenin büyük şehirde yaşayabilmesi için ailesinden üç veya dört kişinin çalışıyor olması gerekiyor. Ancak bu kısa ve uzun vadede erkeği, uzun vadede ise kadını memnun etmiyor.

Erkek erkekliğini kadın kadınlığını unutmuş, toplumsal roller birbirine karışmış durumda. Kısa vadede ekonomik olarak özgürlüğünü kazandığını farzeden bayanlar daha sonra iş hayatının erkeklerden sonra kendilerini de köleleştirdiğini farkediyorlar.

Ben özel sektörde çalışmaktayım. Çalıştığım işyerinde patron nazarında bir erkek ne ile muamele görüyorsa kadında aynı muameleyi görüyor. Kadın personele patronları veya amiri statüsündeki iş arkadaşlarının hakarete varan söylemleri, kadın hizmetli sınıfında ise ailesi dışındaki erkeklerin kullanımındaki tuvaletlerin temizliği dahil en ağır işlerde çalıştırılıyor olmaları onları da bir noktadan sonra başta ekonomik özgürlüklerini kazanma fırsatı olarak gördükleri iş hayatına katılma fikrinin yanlış olduğu gösteriyor. Tanıdığım birçok başı açık bayan kocasının ekonomik olarak evini idare ettirebilmesi halinde işten ayrılacağını söylüyor.

Benim eşim başörtülü. Geçen yıla kadar özel bir kurumda öğretmendi. Çalıştığı dönemde kazandığı paranın üçte ikisini çocukları baktırmak için harcıyor, kalanını ise ihtiyacı olmadığı halde onuncu ayakkabı, yirminci etek, onbeşinci pardesü, kırkıncı Armina, Pierre Cardin veya Aker eşarp almak için ayırıyordu. Bu noktadan bakınca erkek olarak ben eşimden, çocuklarım annelerinden niye mahrum bırakılmak durumdan kalıyor diye kendimi alamıyordum. Ta ki sizin eleştirel yazılarınızı okuyana kadar. Şu an eşim bir yıldır çalışmıyor. Ancak üç çocuğun bakımından o kadar yorulmuş olacak ki, ilk fırsatta çocukları kreşe gönderip kendini iş hayatına atmayı bir fırsat olarak görüyor. Kendi çocukluğumda mahrum kalmadığım anne şefkatinden ben çocuklarımı niçin mahrum bırakayım? Modern dünyanın tüketim çılgınlığına kapılmış kadın ve erkekleri olarak maddenin kölesi olmak için mi?

1997 yılında öğrenciyken başörtüsü yasağına olanca gücümle nasıl karşı çıkıyorsam bugün de aile kurumunun yıpratılmasına karşı çıkıyorum. Allah sizden razı olsun. Dua ile.

Benim konuyla ilgili öne sürdüğüm tezlerden biri şuydu: Kadın iki ayağıyla evin dışına çıkarsa, macunun tüpten çıkması gibi çıkar, bir daha geri dönmez. İ.B. adlı okurumun mektubu bunu teyid ediyor. Bize önemli bir deneyimini aktaran okurumun mektubundan sonra şimdi de konuyla ilgili iki haberi okuyalım:

Haber 1:

Yeni Zelanda Büyükelçisi Jan Henderson, kendisi için kariyerini terk edip Ankara’ya gelen ve “ev erkeği” olmayı seçen eşinin desteğinin önemini anlattı. Henderson, ülkelerinde kadın erkek eşitliğinin çok önemli olduğunu belirterek, şunları söyledi; “Eşim benim için çok büyük bir fedakârlık yaptı ve kariyerini bıraktı. Şimdi evde 10 yaşındaki oğlumuzu büyütüyor. Diğer çocuğumuz Yeni Zelanda’da üniversite eğitimi aldığı için bizimle gelemedi. Biz ülkemizde kadın hakları çok gelişmiştir. Kadına seçme hakkını veren ilk ülke Yeni Zelanda’dır.

Görüyorsunuz, tam ayakları üzerinde durabilecek hale gelinceye kadar çocuğa birilerinin bakması lazım. Üç muhtemel kişi söz konusudur: Anne, bir başka kadın veya baba. Sorumuz şudur: Söz konusu üç bakıcıdan hangisi çocuğun ruh sağlığı, eğitimi ve toplumsal kişiliği açısından daha doğrudur?

Haber 2:

Bosna – Hersek Büyükelçisi Nada Jankojiç ise Yeni Zelandalı meslektaşı kadar şanslı değil. Hem oğullarını hem de eşinden Bosna’da bırakıp gelen Jankojiç, Ankara’daki hayatı hakkında şunları söyledi: “Eşim Bosna’da yaşıyor. Tabii, kendi kariyerini bırakıp benim peşimden gelemedi. Ben burada her zaman yalnızım. İki oğlumuz var. Arada bir beni görmeye geliyorlar. Eve gidip tek başıma olmak çok zor, kendimi çok yalnız hissediyorum. Ayrıca, Türkiye’de yalnız bir kadının yaşaması için uygun bir ülke değil. Güvenli ve rahat olduğu söylenemez. (Vatan, 13 Mart 2006.)

Bu olayda kariyerleri çatışan iki eşin sonunda boşanmaları söz konusu. Kadın ve erkek kariyerlerinde ısrar etmişler, birlikte, aynı şehirde yürümemiş. Boşanmayı göze alan kadının iki sorunu var: Bir yalnızlık ve bunun getirdiği psişik boşluk ile güvenlik sorunu; diğeri çocuklarından ayrı yaşaması. Sorumuz şu: Acaba bu durumdaki hanımların kariyerleri uğruna boşanmayı göze almaları doğru mu? Böylelikle daha mı mutlu oluyorlar?

Bence sakin bir kafa ile bu deneyimleri düşünmemiz lazım. İnsanoğlu yeni bir tecrübe yaşıyor. Bunun getirisini-götürüsünü iyi hesap ediyor mu? Tabii ki bazı hastalıklarımızı iyileştirmek için ilaç alırız. Ama bazen öyle ilaçlar alıyoruz ki, yan etkileri bizi daha büyük hastalıklara düçar ediyor. Bize dayatılan bu proje nelere mal olacak bunu tartışmaya devam edelim


Bir kadının evinin hizmetini yapmasını çirkin gösteren tek dişi kalmış medeniyet,
zavallı kadını dışarıda çalıştırarak yüzlerin hizmetçisi yapmayı güzel görmektedir.
 

Kadının Seçimi

Evli Bir Erkek Üç Kadını da İdare Edebilmeli
 


Erkeğin hayatında üç önemli kadın vardır: Karısı, kayınvalidesi ve annesi. Erkeğin bu üç kadını idare etmeyi bilmesi gerekir.

İlk önemli kadın: Karısıdır. Erkek karısı ile ilişkilerini çok iyi düzenlemeli ne karısını ezmeli ne de karısına kendini ezdirmeli. Medya baskısı ile kibar olayım derken ezik olmamalı, romantik olayım derken kılıbık olmamalı, karımla sorunsuz bir hayat yaşayayım diye yöneticilik görevini karısına bırakmamalı. Yoksa esas sorunlar o zaman başlar. Erkek şefkat ve adaletle ailesini idare etmeye çalışmalı.

Erkeğin idare etmesi gereken ikinci kadın: Kayınvalidesidir. Erkeklerin hayatına kayınvalideler son yıllarda dahil oldu. Eskiden anneler, kızlarını evlendirdikleri zaman onun hayatına müdahil olmazlardı. Kızlarda gider, kendi evini ve kocasının ailesini benimserlerdi. Artık öyle değil. Kızlar annelerinden bir türlü kopamıyorlar. Bu yüzden ne kendi evini ne de eşinin ailesini benimseyemiyorlar.

Genç kızlar gelin olana kadar genellikle anne ile çatışma halindedirler. Pek çok anne “Bir gelin olsaydın da kurtulsaydım” diye yaka sirkeler; fakat ne hikmetse kız evlendiği gün, anne- kız yağ bal börek olurlar, aralarında büyük bir aşk başlar. “Evlenince bir daha bu eve adım atmayacağım.” diyen kızların bile, “anne” diye gözü düşmeye başlar.

Yeni evli kadın, mümkün olsa her gün annesini görmek ister, göremediyse elinde telefon, akşam yapacağı yemeğe kadar annesine sorar. Kızın işi olur; anne gelir yapar, misafiri gelir; pastasını böreğini annesi yapar, çocuğu olur; annesi bakar. Bu arada mümkün olduğu kadar kadının kayınvalidesine yakın olmamaya çalışılır. Yakın olmamak için de bir şekilde kusur bulunur. Bu arada damat sürekli kayınvalide evine davet edilir, yedirilir içirilir, ikramlara boğulur.

Kadın, annesi ile bu kadar hemhal olunca annenin de kızını, ailesi ile ilgili konularda etkilememesi mümkün değildir. Burada kızını olumlu etkileyen, nasihat eden annelerin hakkını yemeyelim öyleleri de var; ama genellikle kız anneleri; kızlarından taraftırlar ve kızlarının üzülmesine dayanamadıkları için kızlarını yanlış yönlendirebiliyorlar.

Ayrıca varsa kızın; kız kardeşleri, ablaları da anne gibi çok gelip gidip, yanlış yol göstermelerle olumsuz etkileyebiliyorlar. Anne kızının hayatında bu kadar yer alınca haliyle dolaylı ya da dolaysız yoldan damadının evini yönetmeye başlıyor. “Onu alın bunu almayın, şunu yapın bunu yapmayın” derken çoğu zaman evin reisi olan erkeğin sözü çiğneniyor. Burada da erkeğin kendini ezdirmeden durumu iyi idare etmesi lâzım.

Erkeğin idare etmesi gereken üçüncü kadın: Annesidir. Özellikle kocası ile sorunu olan, muhabbetli bir evlilik hayatı yaşayamamış anneler, bütün sevgilerini ve ümitlerini oğullarına yüklerler. Bu yüzden erkek annesi, oğlunun bir “el kızını” çok sevmesini ve ona değer vermesini istemez. “Sevsin; fakat beni sevdiği kadar değil. Onun sözüne karşı benim sözüm geldiğinde benim sözüm tutulsun. Hatta oğlumun evinde kararları ben alayım.”

Kadınların “en çok sevilen ben olayım” arzularını kontrol etmeleri gerek. Eş olduklarında da anne olduklarında da ölçüsü kaçabiliyor: “Oğlum elbette beni çok sevecek, benim sözümü tutacak, o el kızı da kim oluyormuş. Ben oğlumu ne fedakarlıklarla büyüttüm, yemedim yedirdim, içmedim içirdim.”

Dikkat edin erkek evlendikten sonra, annesi, oğluna ve gelinine sık sık oğlunu nasıl zorluklarla büyüttüğünü anlatır: “Hamileliği zor geçmiştir, zor doğurmuştur, bebekken çok ağlamıştır, çocukken çok yaramazdır, cebinde kalan son parasını oğluna defter parası yapmıştır.” Bunlar sık sık hatırlatılır. Oğlana şu mesaj verilir:” Bak bu kadar iyiliğimiz var, sakın karını görüp vefasızlık etme.” Geline de şu mesaj verilir: “O bizim oğlumuz, çok hakkımız var üstünde, sana bırakmayız.” Belki bu yüzdendir, erkekler annelerinden çok etkilenirler. Annesini hiç dinlemiyor gibi görünen erkekler üzerinde bile anneleri oldukça etkilidir.

Anne, oğlunun evi ve ailesi ile ilgili alacağı bütün kararlardan haberdar olmak ister, haberi olmadıysa sitem eder, surat asar. Oğlunu ve gelinini yönetmeye çalışır. Onun onaylamadığı bir kararı oğlunun istemiş olacağına inanmaz, el kızının oğlunu kandırıp öyle yaptırdığına inanır.

Bazı erkek anneleri, oğlu karısını çok sevmesin diye ufak ufak (bazıları büyük de konuşur) gelinin arkasından konuşurlar. Mesela “Karın iyi hoş da pek temiz değil.” O güne kadar evin temizliğine pek dikkat etmemiş olan erkek (algıda seçicilik) her şeye dikkat etmeye başlar. Dikkat edince kusur bulmak zor değildir, bulur ve annesinin haklı olduğuna inanır. “Karın çok geziyor.” “Karın çok para harcıyor.” gibi pek çok konuda erkeği etkileyebilir.

Bunların yanında alınacak satılacak ne varsa, anne oğlunun evinde kendi sözü geçsin ister. Eğer erkeğin ablaları ya da kız kardeşleri varsa onlar da anne gibi etkili olabiliyorlar. İstisnalar hariç, işleri ortak değilse, erkeğin babası, oğlunun evinin düzenine en az karışan kişi oluyor.

Annesinin sözüne bakarak karısını üzmüş; ona haksızlık etmiş çok erkek vardır. Ya da karısının sözüne bakarak annesine haksızlık eden. Oysa kavvamlığın en önemli şartı adaletli olmaktır. Bu yüzden erkeğin iyi bir gözlemci olması, haksızlık etmeden üç kadını iyi idare etmesi lâzım. Bunun için de erkeğin kadınlarla ilgili bazı bilgilere ihtiyacı var.

(Sema Maraşlı, Haber 7, Aralık 2011

Kuşak Çatışmaları
 


Dini Kadınlarla Bozma Modası

Ülkemizdeki Müslümanların çok büyük kısmı günlük namazları terk etmiştir. Camiler bilhassa sabah namazlarında boştur. Din alimlerinin, fakihlerin, iman ve İslam hizmetkarlarının yapması gereken işlerin başında halkı namaz kılmaya çağırmak gelir.
Bazı Diyanet mensupları ise ne yapıyor?
Camiye gelmesi, cemaate katılması gereken erkekleri bırakmışlar, ibadet yerlerine kadınları doldurmaya uğraşıyor.
Bazı ilahiyatçılar ve Diyanetçiler aşırı Feminist kesildi.
Her işi bıraktılar camilere kadın doldurmak için çırpınıyorlar.
Evvelce böyle bir şey yoktu. Nereden çıktı bu?
Diyanet kadrolarına binlerce kadın müftü yardımcısı, kadın vaize, kadın öğretmen tayin edildi.
Hattâ büyük bir şehrimizde genç vaizelerden ve Kur’an kursu öğretmenlerinden oluşan bir ilahî korosu yapıldı.
Geçen Ramazan’da Ankara Hacı Bayram Camii bir yatsı namazında erkeklere kapatıldı, içeriye sadece kadınlar alındı.
Birileri İslam’ı bir Amazonlar dini haline mi getirmek istiyor?
Peygamberimizin (Salat ve selam olsun ona) hadis-i şeriflerini AB standartlarına ve normlarına göre ayıklamaya teşebbüs ettiler.
Feminizme uymayan hadisler varmış.
Fesubhanallah! Feminizm sapık ve bozuk bir ideolojidir. Dinimizin ikinci ana kaynağı olan hadisler böyle bir ideolojinin ışığında (karanlığında) ayıklanabilir mi?
Evet Feminizm Darvinizm, Marksizm gibi bozuk ve sapık bir ideolojidir.
Elbette yeni bir hadis kitabı hazırlanabilir ama böyle bir çalışmada ayıklama keleme kavramının yeri olamaz.
Resulullah Efendimiz ismet sıfatıyla sıfatlıdır ve onun mütevatir ve sahih hadisleri de bir tür vahiydir. Kur’an onun için “O kendi hevasından konuşmaz” diyor.
Efendimizden bize ulaşan bütün sahih hadisler hikmet kaynağıdır.
Hadisler çağdaşlığa, Feminizme, AB normlarına, Batı medeniyeti ölçü ve kıstaslarına, resmî Kemalist ideolojiye ve diğer şu veya bu beşerî sistemlere göre ayıklanamaz.
Böyle bir ayıklama büyük cür’et ve cinnet olur.
Birtakım dış güçler ve onların içimizdeki işbirlikçileri yeni bir İslam türetmek istiyor.
BOP İslamı, ılımlı/light İslam, ayıklanmış İslam.
Gerçek İslam münzeldir, yani indirilmiştir. Reformcular, yenilikçiler, değişimciler, Fazlurrahmancılar uydurulmuş bir İslam çıkartma çabasındadır.
Dinimizi Feminizmle bozmak istiyorlar.
Henüz fazla cesur değiller, taqiyye yapıyorlar.
Allah’ın Kur’anda erkek çocuklara bir hisse, kız çocuklarına yarım hisse verilmesi hükmüne karşıdırlar.
Kur’anın ve Şeriatın kesin ve zarurî bir hükmüne, emrine, yasağına karşı çıkanlar, muhalefet edenler dall ve mudildir.
Kadınları kullanarak dinimizi bozmak isteyen müfsidlerin oyunlarına gelmeyiniz, onlara kanmayınız.
Onlar gerçekten kadın haklarına, hürriyetlerine, haysiyetine taraftar iseler devletin resmî TC vesikalarıyla fahişe çalıştırılmasına, genelev işletilmesine, fuhuştan KDV ve gelir vergisi alınmasına, günah evlerinin kapısında resmî polis bekletilmesine karşı çıksınlar.
Evet bu Feminist İlahiyatçılar ve Diyanetçiler ilhamlarını nereden alıyor?
Bu ilhamlar Rahmanî midir, şeytanî mi?
Muhterem İslam hanımları ve kızları! Bunlara alet olmayınız.

(M. Şevket Eygi, Milli Gazete, 2011-12-06

Kadın Sorununu Ele Almak

12 Eylül 2010 referandumunda “kadına pozitif ayrımcılık” maddesi konulmuştu, oyladık. Ben söz konusu düzenlemenin anayasada yer alan10. maddedeki ‘eşitlik’ ilkesini teyid etmenin ötesinde kadınların lehine ayrımcılık getirdiğini, bununsa evleri kadınlarından piyasaya çıkarmayı hedeflediğini, ev merkezli aileyi ve aile merkezli toplumsal hayatı çökerteceğini yazdım, feministler saldırıya geçtiler.

İki gözlem bize bu konuda fikir vermeye yeter: Biri Türkiye’de kadın evini bırakıp işgücüne katıldıkça boşanmalar artıyor, aile çözülüyor; diğeri özellikle Avrupa’da hükümetler kadının doğurganlığını arttırmak ve aileyi güçlendirmek amacıyla dikkate değer teşvik edici maddi düzenlemeler yapıyorlar. Türkiye ve İslam dünyasında ise Batı’nın bize empoze ettiği tam aksidir.

Benim dikkat çekmeye çalıştığım husus bu iken, sanki ben erkek-egemen ve tahakkümcü bir görüşü savunuyormuşum, kadınların hiçbir şekilde başlarını kapıdan çıkarmamalarını istiyormuşum gibi eleştirilere maruz kalıyorum. En aklı başında olduğunu düşündüğüm hanım yazarlarımız bile beni en azından “gelenekçi” olarak gösteriyor; bir başkası benim anakronik kaldığımı, çünkü yeni gelişmelerle “evin hayatın kenarına itildiği”ni yazıyor. Birde hanım yazarlarımız öylesine incitici, tahkir edeci, en azından şık-kibar olmayan bir üslup kullanıyorlar ki, buna gerçekten üzülmemek elde değil.

Ben hiç kuşkusuz tarihte kadının büyük mağduriyetlere maruz kaldığını biliyorum, bunu kitaplarımda defalarca dile getirmiş bulunuyorum. Benim itirazım şudur:

Kadın sorununu ele alacaksak bunu Batılı düşünce kaynaklarına müracaat ederek ele alamayız; İslami kaynaklara müracaat ederek ele almak, anlama ve çözüm aramak zorundayız. Diğeri bugün İslam dünyasında uygulanmakta olan kadın programları, salt kadının özgürleştirilmesi veya durumunun iyileştirilmesi amacına yönelik değil, küresel güçlerin tahakkümünü kolaylaştırıcı hedeflerine yöneliktir.


Modern kapitalizm, kadınları yuvasından koparmak ve kendi istekleri doğrultusunda kullanmak için özgürleştirir. Çünkü onlar için; kadın demek ucuz işçi demektir, kadın demek sorgusuz sualsiz iş yaptırılan demektir, kadın demek pazarlama işlerinde çekicilik demektir. Son yıllarda kadınlara ayrıcalıklar tanınmasına rağmen sorunlarının artarak devam etmesi ise bu iddiaların en basit ispatıdır.

Bu iki gerçeğin farkında olarak kadın sorunlarını tartışalım, çözümler bulmaya çalışalım. Bana cevaben Nuriye Akman’a verdiği cevapta değerli hocamız Hayrettin Karaman “Kadına pozitif ayrımcılık yapmak dinin amacına aykırı değil” demişti (Zaman, 14 Ağustos 2011.) Hoca da ‘kadın cinsiyetçiliği’ zemininde tarihsel okuma yapıp şunları söylüyordu: “Tarih boyunca erkekler fizik güçlerine, siyasi, içtimai ve ekonomik konum ve durumlarına dayanarak kadına hem şiddet uygulamışlar, hem başka haksızlıklar yapmışlar. Ve kadını (kendilerine) tabi kılmışlar

Beklendiği üzere küresel piyasayla entegrasyondan ve İslam içinde üretilmiş modernizasyon-feminist politikalardan yakın vade maddi ve politik kazançlar sağlayan muhafazakar mevkuteler bunun buna “esaslı bir cevap” teşkil ettiğini yazıp terviç ettiler. Belli ki hem referansını verdiğim yayın organlarından, hem başka mevkutelerde çıkan yazı ve eleştirilerden, hele kontrolü kaybedenlerin internet sitelerde döşedikleri hakaretlerden benim kadın, aile ve İslam dünyasında bu çerçevede küresel güçlerin uyguladığı program ve projelerle ilgili yazdıklarımdan dindar-muhafazakar kesimler hoşnut değildir.

Benim hareket noktam, bize gecikmiş bir modernizm ve feminizm olarak sökün eden bu emredici ve taşıyıcı politik tutumun Batı’da çoktan miadını doldurduğunu, yaşanan tecrübenin insanları başka arayışlara götürdüğünü işaret etmekti. Mesela İngiltere’de entelektüel çevreler “Eve dönüş” üzerinde düşünmeye başladılar; Sovyetler’e son veren Mihail Gorbaçov, son konuşmalarının birinde şöyle demişti: “Rus toplumunun temel sorunu erkelerinin votka bağımlılığından kurtulması, kadınlarının da evine dönmesidir.”

Son tartışma Diyanet İşleri Başkanlığı‘nın kadınları camilere çekmek üzere yürütmeye çalıştığı geniş kapsamlı proje dolayısıyla gündeme gelmiş oldu. Diyanet’in verdiği bilgilere göre, bundan böyle kadınların camii-merkezli ibadetlere katılımlarını sağlamak üzere özel programlar uygulanacak, mesela bu çerçevede İstanbul’da 3 bin cami yeni düzenlemelere tabi tutulacak. Yeni Diyanet yönetiminin arka planda zihni formasyonunda önemli rol oynadığı anlaşılan Ankara İlahiyat Fakültesi’nin önemli isimlerinden –şimdi emekli- M. Said Hatipoğlu’nun önerisiyle, bundan böyle Diyanet Kadın isimlerinin verildiği mescitler inşa edecek, cami içlerinde Dört Halife ve Hz. Hüseyin-Hz. Hasan’ın isimlerinin asılı olduğu panolara birkaç kadın sahabi isminin yer aldığı panolar da ilave edilecek. Hiç şüphesiz kadın sahabiler bizim başımızın tacıdır, hele Efendimiz (s.a.)’in hanımları bizim annelerimizdir. Onların her fırsatta yüceltilmesi, isim ve hatıralarının Müslümanların nazarına sunulması son derece faydalıdır. Ancak meselinin sahabe hanımların güzel hatıralarını yad etmek veya kadına hak ettiği yeri kazandırmanın ötesinde “politik ve uluslar arası stratejik bir anlamı” vardır. Beni en çok hayıflandıran husus, bunun yeterince fark edilmemesi, sayısız somut örnekle ortaya koyduğumuz halde, bütün bunların “birer vehim veya komplo ürünü yakıştırmalar” olarak yorumlanmasıdır.

Ayrıca belirtmeye gerek yok ki, Diyanet tabii ki devletin ana kurumlarından biri olarak hükümetlerin izlediği politikaların dışında değildir. 12 Eylül referandumundan bu yana alınan köklü kararları dikkatlice gözden geçirdiğimizde Batı’nın özellikle İslam dünyasına kuvvetli ifadelerle, emredici bir dille empoze ettiği yeni politikalar çerçevesinde, dini algısı güçlü, mazbut –muhafazakar değil- hayat tarzı köklü kadınları cami üzerinden evden dışarıya çıkarmaya matuf bir strateji izlediğini söyleyebiliriz. Bunun genel bir kritiğini Zaman Gazetesi’nde yapmaya çalıştım. (3, 5, 8, 10 ve 12 Aralık 2011 tarihli yazılar)

(Ali Bulaç, 2011

Oyuncak Tamirhanesi
 

Dünya nüfusu büyük bir hızla artmaya devam ediyor. Ancak her geçen gün insanoğlu daha çok yalnızlaşmakta. Sayıca 7 milyara yaklaşıyor olsak da, herkes kendi dünyasında yalnız ve kendi derdiyle baş başa.  Bu yalnızlıktan en çok nasibini alanlar ise çocuklar.

Büyük çelişkilerin yaşandığı bir çağdayız. Köyler, şehirler büyüyor. Eskiden ıssız olan yerleri güya insanlar imar ediyor, şenlendiriyor. Ama buna rağmen yalnızlaşıyoruz. Bilgimiz artarken cehaletimiz derinleşiyor. Zira dünyadaki bilgi miktarı katlanarak çoğalıyor ama bilge insan sayısı yok denecek kadar azalmış durumda. Zenginler zenginliklerini kat kat çoğaltırken, yüz milyonlarca insan açlığın pençesinde.

İnsanoğlu uzayın derinliklerini keşfettikçe kendinden uzaklaşıyor. Bütün dünya global bir köye dönerken, kapı komşularını tanımayan insanların sayısı artıyor. Sanal ortamlarda arkadaşlıklar kurulurken, aynı işyerinde çalışanlar birbirleriyle konuşmaya gerek görmüyorlar.

“Oyuncak Tamirhanesi” adeta içinde yaşadığımız bu çelişkiler yumağına ayna tutan bir kitap. Metin Karabaşoğlu’nun çok güzel bir üslupla kaleme aldığı kitabın önsözünde yer alan şu cümle her şeyi özetliyor aslında: “Kardeşini Yusuf gibi kuyuda bırakmayı tercih edenlerin de bulunduğu bir dünyada.”  Evet böyle bir dünyada yaşadığımız doğru. Ama bizim ülkemiz de maalesef her geçen gün daha çok bu dünyaya benziyor. Oysa Yusuf kıssasını Kuran-ı Kerim’de sıkça okuyan bir toplum olarak bizim buradan bazı dersler çıkarıyor olmamız gerekmez miydi?

Son yıllarda ülkemizde ne yazık ki bolca yaşanan aile içi şiddete ve akraba cinayetlerine dikkat çeken Karabaşoğlu, şöyle diyor: “Şiddeti, bir şiddet hedefi olarak akla hayale gelebilecek en son kişiye, kendi annesine-babasına yönelten insan bozması canavarlara dair haberler bunlar. Kendisini aşağıladı diye annesini, istediği kadar para vermedi diye babasını; istediği: kızla veya erkekle evlenmesine izin vermiyorlar diye annesini ve babasını öldürebilen kızların ve oğulları haberleri bunlar. Dahası da var: annesini, babasını, kardeşlerini, kardeşlerinin çocuklarını topluca öldürebilen canavarlar.”

Eskiden sadece Batı’da meydana gelebilen bu vahşetlerin ülkemizde yaşanıyor olması, ister istemez insanımızda panik hali uyandırıyor ve kendimize sormadan edemiyoruz: “Bize ne oldu, neden bu haldeyiz?”

İşte “Oyuncak Tamirhanesi” bu sorunun cevabını arayanlara önemli ipuçları sunuyor. Metin Karabaşoğlu arkadaşımızı bu güzel çalışmasından dolayı tebrik ediyor ve kitabı herkese tavsiye diyorum.

(Kemal Çiftçi, Kasım 2011

Kadınlardaki Bu Cesaret Nerden Geliyor?

Hemen her gün gazetelerde ülkemizde ki boşanma artışları ile ilgili haberler çıkıyor. Boşanma konusunda benim dikkatimi çeken şey: “Kadınlardaki gözü kara cesaret.” Bana gelen maillerin çoğunda kadınlar sorunları anlatıp “Bunların çözüleceğine inanmıyorum, boşanmayı düşünüyorum.” derken erkekler ise sorunları yazıyorlar arkasına “Boşanmayı düşünemiyorum bile çocuklarım var.” diyorlar.

Toplumda genel bir yargı vardır: Pek çok kadın çocukları için kötü giden evliliğe katlanıyor. Oysa ben bunun tam tersi bir manzara görüyorum. Çocuklarının hatırı için evliliğini sürdüren çok erkek var. Erkekleri anlamak zor değil. Yaratılıştan gelen koruma duyguları ile çocuklarının huzursuz da olsa aile ortamında büyümelerinin daha iyi olacağını düşünerek kolay kolay boşanma kararı alamıyorlar. Ya da mükemmel kadını bulamayacaklarını düşündüklerinden evliliği sürdürmeyi tercih ediyorlar. Peki kadınlardaki bu cesaret nerden geliyor? Mükemmel Adamı bulacaklarına olan inançları mı?

Biliyorum ki çoğu, evlilikte duygusal ihtiyaçları karşılanmadığı için ayrılmak istiyor; ama boşanma sonrası istedikleri gibi bir hayat onları bekliyor da bunun için mi bu kadar çabuk karar verebiliyorlar? Çalışan hanımların artmasıyla ekonomik özgürlük diyeceksiniz belki; ama çalışmayan hanımlarda da aynı cesaret var. Kadın: “Pazarda limon satar yine kocama eyvallah etmem.” diyor.

Evlilik; kadının erkeğe maddi olarak ihtiyacı olduğu için devam eden bir kurum olmamalıdır. Herkesin bir şekilde karnı doyar. İki tarafın birbirine maddiyattan çok, bedenen ve ruhen sukûna erme, sevme ve sevilme gereksinimi için ihtiyacı vardır.

Erkek için yalnızlık zordur; ama bir kadın için yalnızlık daha da zordur. Kadında bağlanma ihtiyacı çok güçlüdür. Medya tarafından kadınlara özgürlük gazı pompalanıyor. Kadın kocası ile sorunlarını anlatırken arada bir ağzından özgürlük sözcüğü kaçıyor. “Ama ben de özgürüm

Kadın; fıtratından gelen bağlanma arzusu ile evliliğinde kök salmak isterken, bir yandan da özgürlük ateşi ile uçmaya çalışırken, çırpınıp duruyor. Ne kök salabiliyor, ne de doğru düzgün uçabiliyor. Her şeyi bırakıp uçtuğunda da genellikle mutsuz oluyor.

Günümüzde boşanmalarda benim gözlemlediğim en önemli sebepler şunlar:

  • Kadınların erkeklerle iktidar mücadelesine girmesi: Kadın ezilme korkusuyla, eşitlik ve özgürlük adına benim dediğim olacak davasında evliliğini kaybediyor.
  • Aldatma: Toplumda çok fazla bekar ve dul hanım var. Böyle olunca erkekler için, eşi dışında çok fazla seçenek ortaya çıkmış oluyor. Bu seçenekler ve onlar tarafından talep görmek erkeklerin kafasını karıştırıyor. Evde de karısı ile sorunları olan erkeğin başka bir kadına kapılması pek de zor olmuyor. Sonrasında dağılan yuva ve erkeğin pişmanlığı pek bir işe yaramıyor. Sanal arkadaşlıklar da aldatma olaylarını artırıyor.
  • Cinsel sorunlar: Boşanmalarda çok önemli bir etken. Bizim toplumumuzda cinsel konular ayıp olarak görüldüğü için karı-koca cinsel sorunları uzmanlarına gidip çözmeye çalışmak yerine, birbirlerine eziyet haline getirip sonunda boşanıyorlar. Fakat cinsel sorunlar boşanma davalarına yine ayıp olmasın diye şiddetli geçimsizlik olarak yazılıyor.
  • Ailelerin etkisi: Genellikle erkeğin ailesinin boşanmalarda etkisi konuşulur bu doğrudur; ama günümüzde kadının ailesinin de erkeğin ailesi kadar, boşanmaları tetikleyici etkisi var. Kız anneleri kızlarının evliliklerinde çok fazla müdahiller. Kızının akşam yemeğinde ne pişireceğine bile kendisi karar veren anneler var. Özellikle kızlarını okutmuş aileler “Biz kızımızı, koca kahrı çeksin, diye okutmadık.” diyerek kızının evliliğinde onun yaptığı hatalarını görmeden, boşanmasına sebep olabiliyorlar.
  • İletişim Hataları: Kadın-Erkek yaratılış farklılıklarına baktığımız zaman kadın ve erkek arasındaki iletişimin de farklı olması gerektiği ortaya çıkar. Bu bilinmediği zaman sorunlar boşanmaya kadar götürüyor.
  • Maddi sebepler: Çalışan hanımlarda “benim de param var” davası, çalışmayanlarda ise “kimseden geri kalmama” derdi ile aşırı tüketim arzusu yine karı koca arasında önemli bir sorun haline geliyor.
  • Yola getirme taktiği: Aileleri boşanmalara götüren en önemli sebeplerden biri de budur. Boşanalım diyen taraf, bunu gerçekte istemiyordur; fakat karşısındakini yola getirmek için bir taktik olarak kullanır. “Benim istediğim gibi olmuyorsan, ayrılalım o zaman.” taktiği, genellikle tehdit eden kişinin elinde patlar. Bu taktiği kullanan erkek sayısı azdır; daha çok kadınlar tarafından kullanılır. “Annemin evine giderim, ayrılırım, çocuklarını göstermem” gibi tehditler, bir gün gerçeğe dönüşür. Özellikle kocası çocuklarına düşkünse, kadın bunu koz olarak kullanıp, erkeğin çocuklarını kaybetmek istemeyeceğini düşünerek tehdit ve şantajla kocayı yola getirmeye, kendi istediği gibi bir koca yapmaya çalışır. Fakat iyi bir metot değildir. Kavgaların getirdiği kırgınlık ve kızgınlıkla birlikte boşanma inatlaşmaya dönüşüp inadına boşanılır. İnadına boşanan kadınlarda genellikle şu duygu vardır: “Benim gibisini bulamaz, gelip ayaklarıma kapanır.” Fakat çoğu zaman durum böyle olmaz. Boşanma aşamasında erkek kadından iyice bıkmıştır; geri dönmeyi düşünmez, kısa zamanda başkasını bulup evlenir. Hiç kimse vazgeçilmez değildir. Kadına geride geç kalmış bir pişmanlık, çocukları ile hayat mücadelesi kalır.
  • El ne der diye boşanmak: Özellikle aldatılan kadınlar, aldatma olayı etraftan duyulduysa evliliğini sürdürmek istediği halde, sırf başkaları ne diyecek, “Kocası aldattı; ama sesini çıkarmadı, yuttu.” diyecekler diye kınanmamak için ayrılabiliyorlar. Oysa boşandıktan sonra bu kez başka sebeplerle “el ne der” diye rahatsız olacaklardır.
  • Hayalindeki eşi bulmak için: Aşk dizileri ve filmleri yüzünden, oradaki aşklar gibi bir aşk yaşama ve oradaki gibi bir sevgili-eş bulma hayali. Daha çok kadınlarda görülüyor. Kadın “Eşime baktığım zaman içim titresin istiyorum.” diyor; ama içini titretecek erkek bulma hayali, çoğu zaman, yalnız yataklarda üşüme, şeklinde son bulabiliyor. Romantizm arzusu da boşanmalarda önemli bir etken oldu artık.
  • Haklı sebepler ile boşanmak: Bazı durumlarda boşanmak gerçekten gerekir. Nasıl kangren olmuş kolu kesmek gerekiyorsa. Alkol, kumar, uyuşturucu gibi kötü alışkanlıklar, cinsel sapkınlıklar, sevgisizlik, taraflardan birinin diğerine hayatı zindan etmeye kararlı oluşu, bir tarafın ısrarla ayrılma isteği gibi sebepler olduğunda boşanmak kaçınılmaz olur. O zaman kimsenin kimseye diyecek sözü olamaz.

Fakat en üzücü olan; birbirini seven çiftlerin, birbirlerine nasıl davranacaklarını bilmediklerinden dolayı boşanmalarıdır. O zaman evlilik eğitimlerinin gerekliliği ortaya çıkıyor. Aile kurumunu korumak, şiddeti ve boşanmaları azaltmak için hem devletin hem de özel kuruluşların evlilik eğitimleri yapması gerekiyor. Yoksa bu gidişle Avrupa’yı bile geride bırakacağız gibi görünüyor.

Ben bir kaç yıldan beri bu konuda sayısını hatırlamadığım seminerler verdim, evlilik okulları yaptım. Fakat bu eğitimlerde ulaşabildiğimiz kişi sayısı sınırlı. Şimdi daha geniş kitlelere ulaşmak amacı ile evlilik okullarına gidecek zamanı ve imkanı olmayanlara da ulaşalım diye www.cocukaile.net internet sitemizde “Evlilik Okulu” yapmaya başladık. Herhangi bir ücreti yok. Evli, bekar, kadın, erkek, herkes katılabilir. Verilen ödevleri yapacak, işi ciddiye alacak olanları okulumuza bekliyoruz.

(Sema Maraşlı, Haber 7, Ekim 2011)

Peygamberden Kadınlara Önemli Bir İkaz

Cabir bin Abdullah (r)’der ki;

Ben Hz. Peygamberle beraber bir bayram gününe şahit oldum. O, hutbe vermeden önce ezansız ve kâmetsiz namaz kıldırdı. Sonra da Bilal’e dayanarak ayağa kalktı, Allah’tan gereği gibi sakınmayı emretti, Allah’a itaat etmeye teşvik etti ve insanlara öğüt vererek onlara bir takım hatırlatmalarda bulundu. Sonra kadınların yanına kadar yürüdü. Onlara da vaaz edip bir takım hatırlatmalarda bulunarak şöyle dedi;

“Ey kadınlar topluluğu! Allah için harcamada bulunun, sadaka verin; zira cehennem odunlarının çoğunluğu siz olacaksınız.”

Bunun üzerine yüzünde siyahlık bulunan hayırlı bir kadın ayağa kalkarak; “Niçin biz cehennem odunu olacağız? Ey Allah’ın Rasûlü! diye sordu.

Rasulullah (as) “Çünkü sizler halinizden çok şikayetçi olur ve eşlerinize nankörlük edersiniz” buyurdu.

Cabir (r)’der ki; “Sonra kadınlar ziynet eşyalarından infak etmeye ve Bilal’in elbisesinin içerisine küpe ve yüzüklerini atmaya başladılar.”

[Buharî, Müslim]